30 Aralık 2020 Çarşamba

RÜZGARIN GÖLGESİ - CARLOS RUIZ ZAFON



Javier Sierra ve Juan Gómez-Jurado ile birlikte çağdaş İspanyol edebiyatının en başarılı yazarlarından biri kabul edilen Carlos Ruiz Zafón'u dünya çapında şöhrete kavuşturarak pek çok uluslararası ödülün yolunu açan Rüzgârın Gölgesi, yazarın yetişkin okurlar için yazdığı ilk roman ve aynı zamanda Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı dörtlemesinin de başlangıcı. Romanları 45 ülkede yayınlanmış, 30'dan fazla dilde tercüme edilmiş Zafon için İspanya’da Cervantes’in  Don Quixote’undan sonra en çok okunan kitapların yazarı olduğu söyleniyor.

Kitapçı Daniel Sempere oğlunu saklanması gereken kitapların bulunduğu gizli bir kütüphaneye götürür ve bir kitap seçmesini söyler. Rüzgarın Gölgesi adlı uzun yıllardır unutulmuş bir romanı seçen Daniel için kitabı okuduktan sonra esrarengiz bir düelloda öldüğü söylenen yazar Julian Carax hakkında bilgi edinmek bir saplantı haline gelir. Carax’ın diğer eserlerini de okumak ister fakat bulamaz .Çünkü kimliği bilinmeyen bir koleksiyoncu kitapları birer birer bulup, yakarak ortadan kaldırmaktadır. Ve şimdi Daniel'ın elindeki kitabın peşindedir.

Polisiyeden çok gotik unsurlar içeren hikaye iç savaş sonrası Barcelona atmosferinde geçiyor. Bana tarz olarak biraz Umberto Eco'yu anımsattı. Dediğim gibi hızlı bir polisiye değil, daha çok gizem denebilir,okuyucunun merak duymasını iyi sağlamış. Daniel'i rahatlıkla hikayenin dedektifi olarak görebiliriz. Her ne kadar odak aşk da olsa hikayeye yön çizen siyasi bir durum var. İç savaş sonrası İspanya’nın durumu, faşizme giden uygulamalar, gücü elinde tutanın yapabildikleri. Kolluk kuvvetleri burada işin kötülük tarafına denk geliyor. 

Öte taraftan hikaye çok sinematografik, mekan ve karakterler çok detaylı, zamansal olarak çok katmanlı Başta çok ağır akan kurgu sonra hızlanıyor. Az buçuk bibliyofil olmaktan mütevellit herhalde ; sevdim. 

29 Aralık 2020 Salı

İNATÇI KERABAN - JULES VERNE



Açık ara bu yıl okurken en keyif aldığım kitaptı. Şimdiye kadar güzel bir filme de çekilmemiş sanırım,bulamadım. 80 Günde Devrialem'in sayısız uyarlamaları yapılmışken Ezel Akay biraz da kendi tarzında masalsı bir İnatçı Keraban çekseydi çok güzel olmaz mıydı.

Ben Alfa’dan tek cilt halinde olan baskıyı okudum.İçinde Leon Benett’in çizdiği orijinal illüstrasyonlar da var.Jules Verne 1883 yılında hikayeyi kaleme alırken ilk baskı yazarın diğer eserleri gibi çizimlerle yapılmış ve Benett'in hikaye için çizdiği 103 illüstrasyonu ile beraber basılmış.

Jules Verne 1868 yılından sonra romanlarının satışından elde ettiği gelir artınca kendisine büyük bir yat alarak dünya turuna çıkmış. Akdeniz’i gezdiği biliniyor ancak Jules Verne’nin gerçekten yolu bu topraklara düşüyor mu,kesin bir bilgi yok.Oysa  Benett’in çizimleri çok gerçekçi ve dönemi çok iyi yansıtıyor.Muhtemelen ilustrasyonlarını buralarda yapmış.

İnatçılığı ile tanınan tütün tüccarı Keraban Ağa kendisini ziyarete gelen Hollandalı misafirlerini Üsküdar’daki evine yemeğe davet eder ancak boğazdan kayıkla geçecekleri sırada on paralık bir vergi konduğunu öğrenir. Bu vergiyi ödememekte inat eden Keraban Ağa misafirleriyle birlikte evine ulaşmak için Karadeniz kıyılarından dolaşacağı bir maceraya başlar. 

Okur olarak bu eğlenceli yolculuğa eşlik ederken dönemin coğrafyasından,yerleşimlerinden de gerçekçi bilgiler alıyoruz.Jules Verne’nin yazarken ayrıntılı bir araştırma yapmış olduğu çok aşikar.Hikayeyi anlatırken  Ramazan adetlerinden, Osmanlı vatandaşlarının evleri,kıyafetleri ,yemekleri, kullandıkları eşyalara kadar çok detaylı bilgiler vermiş.

Zaten Jules Verne seviyorsanız hiç kaçırmayın.

28 Aralık 2020 Pazartesi

2020 EDEBİYAT ÖDÜLLERİ

Ülkece kötüye giden durumlar yetmezmiş gibi kartopumuz dünya ölçeğinde yuvarlanır oldu. Gelen yıl gideni bile aratır hale geldi maalesef. Bitsin,bir daha yaşanmasın dediğimiz  onca şeyle çok zor bir yıl geçirdik. Sağlıkla,huzurla geçireceğimiz  günlerimiz olur umarım 2021’de.

Pek çok şey gibi edebiyat dünyası da pek keyifli değildi elbet.Adaylar,kazananlar pek heyecanlandırmadı.Sanal ortamlarda verilen ödüller üzerinde çok konuşulmadı. Ben kendi geleneğimi bozmayayım ve her şeye rağmen oturup bir özet geçeyim dedim. Hugo ile başlıyorum yazmaya

Hugo bu yıl koronavirüs sebebi ödül törenini dijital ortamda gerçekleştirdi.Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen program 78 World Sience Fiction Convention - CoNZealand etkinliği kapsamında açıklandı.

En İyi Roman Ödülü A Memory Called Empire  ile Arkady Martine ‘e gitti. Amerikalı tarihçi ve şehir planlamacısı yazarın daha önce dilimize çevrilmiş bir kitabı yok.


Fantastik kurgu ve bilimkurgu edebiyatı alanında saygın ödüllerden biri kabul edilen 
Locus Ödüllerini kazananlar Margaret Atwood, Ann Leckie hatta Stephen King gibi sağlam adayları geride bıraktılar.   

Bilim Kurgu Dalında ;  Gökdeki Bütün Kuşlar isimli kitabıyla tanıdığımız The City in the Middle of the Night ile Charlie Jane Anders



Fantastik Kurgu Dalında Seanan Mc Guire , Middlegame ile birinci  oldu.

Middile Game'in kapak çalışmasını çok beğendim,uzun zamandır gördüğüm en iyi görsel olmuş bu arada.

En İyi Korku Roman Kategorisinde ödül  Black Leopard,Red Wolf romanıyla Marlon James ‘e gitti. James ‘in Yedi Cinayetin Kısa Tarihçesi daha önce okurlarla buluşmuştu.Ben okumadım ama bu kitabı ilgimi çekti,listeme ekledim.



Ted Chiang ise Omphalos ile hem en iyi Novelette hem de Exhalation ile En İyi Derlemeyi aldı.

 


Akademi bu yıl Nobeli şiir kategorisinde verdi. Ödülün "sade ve süssüz güzelliği ile bireysel varoluşu evrensel kılan kusursuz şiirsel sesi sebebiyle" ABD'li şair Louise Glück'e verildiğini duyurdu. -Elit Nobel'in bu cümleleri gene beni benden aldı ,neyse  ! 

Glück'ün bazı şiirleri Güven Turan çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanıyor.


Man Booker Ödülüne  1980'lerde Glasgow'da bağımlılık ve yoksullukla mücadele ederken annesini desteklemeye çalışan bir çocuk hakkındaki romanı Shuggie Bain' ile Douglas Stuart layık görüldü. Ödülünü alan Douglas Stuart, kitabını ve ödülünü alkol bağımlılığından ölen annesine adadı.


Yılın en iyi bilimkurgu romanlarının yarıştığı Arthur C. Clarke Ödülü bu yıl  The Old Drift  ile Namwali Serpell 'e gitti.Ödüle The City in the Middle of the Night  ile Charlie Jane Anders ‘da adaydı.

 



Bu sene Edgar Ödülleri Twitter’dan yapılan canlı bir sunumla açıklandı. En İyi Roman “The Stranger Diaries” ile  Elly Griffiths’in oldu.


Daha önce yazarın Bataklığın Kayıp Tanrıları'nı ve Tanrılara Adanmış Bedenleri'ni okumuş ve yorumlamıştım. Merak edenler buradan ve buradan bakabilir.  Bu kitabı da çevrilir çevrilmez okurum muhtemelen.

Dünya böyleyken bizdeki durumlara bakarsak  

Sait Faik Hikaye Armağanı


 

 










Yunus Nadi Roman Ödülleri



 

 

 

 







Yunus Nadi Öykü Ödülleri



 Duygu Asena Roman Ödülü



 

 

 








Orhan Kemal Roman Ödülü 













Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü













Sedat Simavi Edebiyat Ödülü



31 Ekim 2020 Cumartesi

SONUNCU ODA - ZUHAL KUYAŞ

Hemen saran kurgusuyla Sonuncu Oda boğaz kıyısında bir yalıda geçerken bir o kadar tanıdık bir his bırakıyor. Biraz sonra köşeden dönecek Önder Somer  bahçede oturan aksi teyzesi Bedia Muvahhit’in yanağından öpecek, "Nen var teyze" diyecek.. Kurgu bir yana karakterleri böyle hayal ederek okudum hikayeyi.

İlk kadın polisiye roman yazarlarımızdan sayılan Zuhal Kuyaş, yazarlığa Kraliçe'nin Şamdanları, Kartal Yuvası, Sonuncu Oda gibi önce gazetelerde tefrika edilen polisiye romanlarla başladı.1923 doğumlu yazarın Aşela isimli tarihi bir romanı da var.

Mirasını bitiren Ferruh parasız kalınca Paris’ten dönüp ,teyzesi Refika Hanım’ın Yeniköy’deki yalısına taşınır.Teyzesinin de durumu eskisi gibi değildir. Koca yalıda sadece emektar Mizyal Hanım ve kuzeni Nilüfer vardır. Ferruh bir yandan para bulmaya ,bir yandan işlerini yoluna sokmaya çalışmaktadır. Ancak para bulamadan bir cinayete karışır.

Sonuncu Oda’yı Tekvin’in hemen arkasından okumuştum tesadüfen. Ufak tefek benzerlikleri olsa da  Kuyaş’ın daha sade kurgusu başka bir tat verdi. 

Sonucu tahmin edilebilir hikayenin ben anlatım tarzını ve o eski havasını sevdim.

 

30 Ekim 2020 Cuma

KIZIL DARI TARLALARI - MO YAN


Başladığımda bu kadar kolay okuyacağımı, hikayenin beni bu kadar sürükleyicini tahmin etmezdim. Elimden bırakamadım. Darı Tarlaları, roman boyunca ana karakter gibi neredeyse her olayın merkezindeydi. Aşk, şehvet, savaş, öfke,intikam ; tüm bu duygular darı tarlalarında yaşanıyor.

İç içe geçmiş hikayeler boyunca ataerkillik, çok eşlilik, lotus ayakların güzel bulunması,kang yataklar gibi Çin’in geleneksel yaşam tarzını da görüyoruz ,savaşın vahşetini de.

Roman bütüncül olarak kronolojik değil. Yeri geldikçe anlatılan geçmiş,özellikle dede ve nine asıl kahraman. 

“-Mişli geçmiş zaman ile yazılmış olması ve olay örgüsünde kronolojik bir sıra takip edilmemesi fazlasıyla yoruyor. “ eleştirisine maruz kalsa da ben çok rahat okudum, görmediği bir zaman dilimini anlatıyor sonuçta. Ayrıca Gabriel Garcia Marquez tarzına özellikle Yüzyıllık Yalnızlık ‘a benzetenler de var ki o tarz bir büyülü gerçekçilik Mo Yan’ın anlatımında yok.

Japonlarla yapılan savaş sahneleri çok vahşi betimlenmiş.Katliamlar, tecavüzler,işkenceler,kokuşmuş cesetler, yakılan köyler, hayvanlar,dışarı çıkan organlar detaylı bir şekilde anlatılırken dayanamayıp okumaya ara verdiğim oldu.Milyonlarca Çinlinin hayatını kaybettiği, çok büyük acıların yaşandığı, insan onurunun hiçe sayıldığı bir ülkenin tarihini kendi  tarzında anlatıyor Mo Yan.

Aslında asıl adı Gujan Moye ,Nobel ödülü almış ilk Çinli yazar. Sakın konuşma anlamına gelen Mo Yan ismini kullanıyor. Çin'in en ünlü ,en sık yasaklanan,en çok korsanı basılan yazarı.

Hikayede beni dehşete düşüren, köpeklerle yapılan bir savaş var ki çok epik.Muhtemelen metafor olarak kullanılan köpekler işgal döneminin farklı Çinli gruplarını temsil ediyor.

“Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm.Hangisinin komünist,hangisinin milliyetçi,hangisinin Japon,hangisinin Çin’in kukla ordusu,hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez.Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde yağmurun altında ıslanıyordu”

Savaşın kazananı olmaz, çok güzel özetlememiş mi...

28 Ekim 2020 Çarşamba

BEN,NİNEM ,İLİKO VE İLARİON -NODAR DUMBADZE


Ben, Ninem,İliko ve İlarion ; Dunbadze'den okuduğum ilk kitaptı. 1928 Tiflis doğumlu Nodar Dumbadze’nin otobiyografik unsurlar taşıyan romanı ninesi tarafından büyütülen Ziriko’nun hikayesi.

Yazarın babası Vladimer Dumbadze, Gürcistan Komünist Partisi sekreteriyken  1937 yılında büyük temizlik sırasında tutuklanıp kurşuna dizilir ; annesi ise sürgüne gönderilir. Nodar Dumbadze ise,  Zenobani köyüne, ninesinin yanına gelmek zorunda kalır.

Hikaye bana geçtiği atmosfer bakımından biraz Çevengur'u anımsatsa da okuması daha kolaydı. Dili ve anlatımı rahat ,mizahı kuvvetli bir tarzı var yazarın.İlk sayfadan kapılıyorsunuz

Yaşadığı zorluklarla alay edecek kadar güçlü insanlar,arkadaşlıklar ,unuttuğumuz dostluk duygusu,küçük küçük hikayelerdeki saflık ve sevgi,ilk aşk. Sempati duymamanız imkansız. Gözümün önüne hep geçen yıl kaybettiğim babaannem geldi.


Komünist bürokrasi ile inceden dalga geçerken politikayı, sistem eleştirisini kimsenin gözüne sokmadan sıradan insanların gündelik yaşadığı ironilerle vermesi,Iliko ve Illorion un şakaları ama Zirikoya olan sevgileri hepsi çok güzeldi. Gürcü şarapları bu arada efsanedir. Henüz okumadıysanız Dumbadze'nin bu kitabını mutlaka listenize alın.

27 Ekim 2020 Salı

Yolpalas Cinayeti - Halide Edip Adıvar


 

Benim çocukluğum kelimenin tam anlamıyla Halide Edip’le geçti.Üsküdar’da büyüdüğüm apartman, Halide Edip’ in bir süre oturduğu ahşap konağa bitişikti. Uzunca bir süre metruktu sonra tadil ettiler Sokakta oynarken oranın bahçesine girer çıkardık, daha okumadan  adı hep kulağımızdaydı. Sonra da aynı mahallede bulunmasından mütevellit ismi verilmiş ortaokula gittim. Okul bitene kadar da bütün kitapları bitmişti. İlk Mor Salkımlı Ev geçmişti elime ,yıllar sonra otobiyografisi olduğunu öğrendim. Üniversitedeyken de kadın araştırmaları ile uğraşan Serpil Çakır ve Fatmagül Berktay vasıtasıyla gene bayağı haşır neşir oldum kendisiyle. 

Halide, Teali Nisvan’ın kurucularından;başkanlığını yapıyor..Osmanlı’nın kabul edilen ilk feminist kadın derneği. Evliliğin yasal prensiplere oturtulması,ikinci eşin ancak belli şartlara bağlanması,kadına boşanma hakkı gibi o dönem için çok önemli, devrim niteliğinde kararları kabul ettiriyorlar.Kadınların oy hakkı için de uğraşılıyor ama o tabii olmuyor. Kendisi de ikinci eş yüzünden ilk evliliğini bitiriyor.

Milli mücadelenin simge isimlerinden. Özellikle Sultanahmet mitingiyle devleşiyor. Cephede onbaşı rütbesi alıyor ama nasıl ki Zabel Yaseyan sosyalizm için yıllarca mücadele edip sonunda Rusya’ya kaçıyor ama Stalin’i eleştirdiği için Sibirya’ya sürgün ediliyor; Halide de milli mücadele sonrası yeni kurulan iktidar ile hiç anlaşamıyor. Ona mandacı ve daha birçok şey söyleniyor ancak bu fikirlerin çoğunun ispatı aslında yok. Özellikle cephedeyken erkeklerin baskısını çok hissediyor. Vurun Kahpeye ,Ateşten Gömlek onun bu döneminden izler taşıyor. Muhalifliği yüzünden erkekleri çadırına aldığına dair iftiralar atılıyor. Aslında onun daha çok iktidara sahip olanlarla anlaşamayan bir tarafı var. Bu arada ek bir bilgi Osmanlı döneminde kadın hareketini başlatanların çoğu yeni kurulan hükümetle ters düşüyor. Mustafa Kemal ölene kadar  eşiyle yurtdışında yaşıyor İsmet İnönü ‘nün davetiyle geri geliyorlar ve ona İstanbul Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı kürsüsünü kurduruyorlar. Amaç aslında onu siyasetten uzak tutmak. O dönem Mina Urgan, Berna Moran gibi isimleri yetiştiriyorlar.

Söz konusu kitabımız Yol Palas’ı ve en bilinen romanlarını hep gurbetteyken yazıyor.Yol Palas 1936 yılında basılıyor, Önce Yedigün dergisinde tefrika ediliyor. 1955 yılında aynı adla sinemaya uyarlanıyor.

Polisiye bir roman kabul edilmesine rağmen hikaye katil kim değil ,cinayet neden işlemiştir sorusuyla uğraşıyor. Şehirli, zengin bir kısmetle sınıf atlayan evin hanımının evdeki çalışanlar üzerinden ısrarla altını çizdiği sınıf farkı biraz  ironik görünse de dönem için kuvvetli bir eleştiri. İyinin iyi, kötünün de gerçekten kötü olduğu belirgin bir sınır çizilmiş. 

Akkız aslında gerçekten katil  midir yoksa mağdur mu, okuyucu ikna edilmeye uğraşılmış. Romanda geçen mahkeme bölümlerinde de Akkız'ın hikayesini öğrendikçe halk ona sempati duyuyor. Yazar ondan yana tavırla yazmış kitabını. 

Halide’nin genel olarak çok kullandığı karakterlerin psikolojik durumları burada da ön plana çıkarılıyor. Sembolik olarak korunmaya muhtaç kaz,çocuk ikilemi ,korumayan anne imgesiyle hikayeye şekil veriyor.  Mükerrem, maktül olmasına rağmen ondan nefret ediyorsunuz. 


 



Ne tuhaf günler

Dön dolaş memleket hali,ekonomi,siyasi gerginlikler, önünü göremediğin  iş hayatı… 

Üstüne tuz  biber salgın. Aylardır sevdiklerine sıkı sıkı sarılamama, özlenen aile yemekleri, kalabalıklardan sakınma.

Ruh halini yüksek tutma çabası. 

Gene kitaplara,kediye köpeğe,ağaca sığınma ….

31 Ağustos 2020 Pazartesi

KUMSALDAKİ TİMSAH - ELIZABETH PETERS


Amelia Peabody serisini uzun zamandır merak ediyordum.Ana kahramanı kadın olan polisiye kategorimizde serinin ilk kitabını okuduk.
 
Elizabeth Peters yazarın gerçek ismi değil.1927 doğumlu  Barbara Louise Mertz kendi adıyla akademik yazılar yazarken çalışmalarıyla karışmaması için Elizabeth Peters ve Barbara Michaels isimlerini kullanarak kurgusal kitaplar yazmış.

Hikayelerin geçtiği Mısır, Barbara Louise'in tutkusu.Yazar Chicago Üniversitesi'nden 1947'de lisans, 1950'de yüksek lisans ve 1952'de Mısır bilim alanında doktora derecesiyle mezun olur. Eski Mısır üzerine hala basılmakta olan iki kitap yazar. 
19 yıl evli kaldığı Richard Merz ile Elizabeth ve Peter adında iki çocuğu olur.Önce Barbara Michaels adı altında, gotik ve doğaüstü gerilimler yazar.Sonra çocuklarının ismini kullanarak Elizabeth Peters adıyla Amelia Peabody serisini yazmaya başlar.

20 kitaptan oluşan seri 1975-2010 yılları arsında yayımlanır. Hikaye 1884 de başlar. Tutankhamun'un mezarının 1922'nin sonlarında keşfedilmesiyle sona erer.

Son kitap The Painted Queen,  2017'de yazarın ölümünden 4 yıl sonra John Hess tarafından tamamlanır. Hikayelerin tamamı Mısır bilimin "Altın Çağı" ile ilgilidir ve neredeyse tamamı Mısır'da geçer ve kazılar gizem ve maceraya fon oluşturur.

Kendisine kalan mirasla zengin olup dünyayı görmek isteyen Amelia o yıllar için evde kalmış feminist, yaşı geçkin bir kızdır.(sanırım ya 20lerin sonunda yada 30ların başındaydı bu arada)

Yazar Amelia'yı yaratırken, Victoria dönemine ait bir romancı, seyahat yazarı ve Mısır bilimci olan Amelia Edwards'dan esinlenmiş.Karakter aynı zamanda yarı otobiyografik. Amelia'nın ilk kitaptaki kariyerini terk etmesi ve evlenmesi için yapılan baskılar, Peters'ın akademi alanındaki kendi deneyimlerine dayanıyordu.

Mertz  kurgusunda ve profesyonel hayatında sıkça ortaya koyduğu gibi sıkı bir feministti. Washington merkezli kadın gizem yazarları için bir organizasyon olan "Malice Domestic" i kurdu, çünkü "tüm ödülleri erkeklerin aldığını iddia ediyordu. Ayrıca Hood College'da kadın yazarlar için burs başlattı.

Amelia Peabody'nin biraz Miss Marple biraz  Indiana Jones karışımı olduğu belirtiliyor. Okurken merak ve inatçılık açısından Miss Marple havasını kesinlikle hissettim. Viktorya dönemi Leydi’si geleneksel tasvirlerini açıkça reddeden,enerjik bir karakter.
Sürükleyici polisiye beklentisi olanları muhtemelen tatmin etmeyecek kurguyu ben sevdim.
Biraz mizah,biraz romantizm,dönemin naifliği ve kibarlık...İyi geldi.

27 Ağustos 2020 Perşembe

CESETLER AĞLAMAZ - AGATHA CHRISTIE



Orijinal ismi Peril At End House olan Cesetler Ağlamaz 1932 de yayımlanmış. Benim okuduğum Altın Kitaplar’ın 1963 baskısı. Yeni terminoloji ile şahane bir vintage J  Dolayısıyla Poirot’nın gri hücreleri burada  “Beynimdeki kurşunî hücreler hala çalışıyor”. olarak karşımıza çıkıyor. 

Altınçağ eski baskılarında en sevdiğim özellik karakteri ve olay akışı açısından tümevardıracak yaklaşımları okuyuca baştan vermesi.

Son Köşk'teki olaylarla ilgileri olanlar:
Hastings: Poirot'nun eski arkadaşı. İnsanlara çabuk inanıyordu.
Magdala 'Nick' Buckley: Güzel bir kız. Başından acaip kazalar geçiyordu.
George Challenger: Bir denizci. Nick'in arkadaşıydı.
Frederica Rice: Solgun yüzlü bir kadın. Gizili bir derdi vardı.
Jim Lazarus: Antikacı. Fazla şık ve yakışıklı bir adamdı.
Maggie Buckley: Nick'in kuzini. Sessiz ve aklı başında bir kızdı.
Charles Vyse: Nick'in diğer yakını. Soğuk ve resmi bir gençti.
Michael Seton: Ünlü bir havacı. Denizde kaybolmuştu.
Bert Croft: Avustralyalı bir adam. Fazla meraklıydı.
Milly Croft: Bert'in karısı. Bir kazada sakat kalmıştı.
Ellen Wilson: Nick'in hizmetçisi. Köşkü uğursuz buluyordu.
William Wilson: Ellen'in kocası. Geri zekâlı bir adamdı. ve...
Hercule Poirot: Ünlü Belçikalı hafiye. Elinden kimse kurtulamıyordu

Poirot'nun elinde şu ip uçları vardı:
Bir kurşun
Bir deste mektup            
Bir vasiyetname              
İki kutu çikolata              
Hava fişekleri   
Bir Çin Şalı          
İki cümle.           
Yırtık bir kâğıt parçası   
Bir liste
Bir gazete haberi   
         
Poirot, şu soruları cevaplandırmak zorundaydı:
Nick'in gizli derdi neydi?
Frederica bir şey mi biliyordu?
Ellen ne beklemişti?
O olaylar hakikaten kaza mıydı?
Cinayetin gizli sebebi ne olabilirdi?
Birine şantaj mı yapılıyordu?
Çikolataları kim yollamıştı?
Telefondaki ses kimindi?
Hizmetçi neden bahçeye çıkmamıştı?
Vasiyetname neredeydi

Grange kitaplarının başında böyle listeleri düşünsenize….

Cestler Ağlamaz ,Hercule Poirot’ı gördüğümüz altıncı kitap. Arthur Hastings ve Başmüfettiş Japp'ın da Poirot’ya eşlik ettiği hikaye İngiltere’nin Cornwall sahillerinde geçiyor. Emekli olmuş dedektif tatili sırasında Nick Buckley ile tanışır. Başına gelmiş bir dizi kazadan ve ölümden kıl payı kurtulmuş genç kıza yardım etmek için tekrar dedektifliğe soyunur.

Kitabın yeni baskılarında ismi orjinaline daha uygun Son Evdeki Tehlike olarak değiştirilmiş.Tiyatro,radyo,film, televizyon,çizgi roman hatta bilgisayar oyununa uyarlanmış ve bir çok dile çevrilmiş hikayenin içinde Poirot'ın diğer maceralarına da rastlıyoruz.

Bölüm 1 ve 5 ‘te The Mystery of the Blue Train'de anlatılan olaylara iki referans yapılmış.Birinci bölümde 'de Peril at End House'un Poirot'un o kitapta anlatılan Fransız Rivierası'na yaptığı seyahatin ardından Ağustos ayında gerçekleştiği belirtiliyor.

14. bölümün başında Hastings, Poirot'un düzenlilik takıntısının, bir şömine rafındaki süsleri düzelttiğinde bir vakayı çözmesine nasıl yardımcı olduğunu anlatır. Bu, The Mysterious Affair at Styles'a dolaylı bir göndermedir.

Poirot, 15. bölümde, Komutan Challenger'a geçmişte başarısızlıkları olduğunu söylediğinde Poirot's Early Cases kitabında yer alan The Chocolate Box davasından bahseder.

16. bölümde Müfettiş Japp, Poirot'a  kabak yetiştirmek için emekli olup olmadığını sorar. Bu, Poirot'un King's Abbot'un küçük bir köyüne yerleştiğinde, Roger Ackroyd'un Cinayeti'nde tasvir edilen başarısız emeklilik girişimine dolaylı bir referanstır, sadece köydeki bir cinayeti araştırması istenir.

Yedinci bölümde, karakterler tarafından Avustralya'ya giden bir kadın havacıya atıfta bulunulmaktadır. Bu, 5 Mayıs 1930'dan 24 Mayıs 1930'a kadar bir kadının İngiltere'den Avustralya'ya ilk tek başına uçuşunu yapan Amy Johnson'a selamdır.Ancak benim okuduğum baskıda böyle bir atıf yoktu.Belki yeni basımlarda vardır.

28 Temmuz 2020 Salı

ŞARK ŞEKERCİLİĞİ - FRIEDRICH UNGER


Bayram üstü tatlı tatlı okunacak kurgu dışı bir kitap. Osmanlı şekerciliği üzerine yapılmış en kapsamlı çalışmayı  bir şekerci ustası olan Friedrich Unger yapar.Unger Yunanistan’ın ilk kralı I. Otto’nun şekercibaşısıdır.1838 yılında Almanca yayımladığı “Şark Şekerciliği’ni 1835 yılında İstanbul’u ziyaret ettikten sonra yazar. Namını çok duyduğu helvacı ve şekercileri ziyaret etmekle kalmaz, tüm tarifleri, malzemeleri, en ince ayrıntısına kadar not eder.

İçinde de tarçınlı peynir şekeri, çağla reçeli, arşın helvası, mühürlü akide şekeri gibi bugün başka hiçbir kaynakta bulunmayan tariflerle birlikte 97 şekerleme ve tatlı tarifi yer alıyor.
Kitabın  önce 2003 yılında Mary Işın ve Merete Çakmak tarafından “A King’s Confectioner in the Orient” adıyla İngilizce çevirisi yapılmış.Elimizdeki kitap derlenip,dipnotlar ve açıklamalarla zenginleştirilmiş baskısı.

İçinde çok ilginç tespitler de var. Unger iki buğday tanesi büyüklüğünde misk ve dört buğday tanesi büyüklüğünde amberle hazırlanan Nevruz şerbetinin tarifini detaylıca verirken “Türkler bu şerbeti, memleketlerinde zaten gayet asabi olan tabiatlarına bakmaksızın sık sık tüketirler” diyor J

1 dirhem 3.207 gr, 1 okka 1,282 gr gibi burada kullanılan ölçülerin Bavyera’da kullanılan loth ve libre karşılıklarını da vermiş.

Kitaba göre Osmanlı’da şerbet hazırlayan esnaf birkaç sınıfa ayrılırmış. Bunlardan biri, ilaç olarak şerbet hazırlayanlar; diğeri, şekercilik zanaatine ait üreticilermiş. Bunlar gül, menekşe, ağaç kavunu, safran, salep, acıbadem gibi çeşit çeşit şerbetleri hazırlar,sokaklarda da karla soğutulmuş meyve şerbetiyle karışık su satılırmış. 

Kitapta yer alan bazı şekerlemeler günümüzde iz bırakmadan kaybolmuş: Çağla reçeli,koruk reçeli,menekşe reçeli gibi yapanı çok az olsa da duyduklarımın yanında adaçayı mazısı reçeli gibi hiç duymadıklarım var.
Lohuk şerbet (Fransızların fondan dediği),altın varakla kaplı nevruz şerbeti,arşın helvası,portakallı tarçınlı peynir şekeri gibi ancak burada okuyacağımız tarifler ; misk,afyon,amber,menekşe gibi kolay ulaşılamayacak malzemeler ancak bize genel kültür bilgisi...
Ez cümle çok keyifli.Şöyle eski usul bir şekercinin kapısından girmek istiyor insan.Benim aklıma da Hacı Bekir’den akide şekeri düşürdü ama bu pandemide kim gidecek şimdi oralara….

24 Temmuz 2020 Cuma

ALTI DİRİLİŞ - MUR LAFFERTY


1973 ABD doğumlu Mur Lafferty Altı Diriliş ile 2018 Hugo En İyi Roman Adayı, 2018 Nebula En İyi Roman Adayı, 2017 Philip K. Dick Ödülü Finalisti, 2017 Goodreads Okur Ödülleri En İyi Bilimkurgu Adayı olmuş bir yazar. Aslında podcast programlarıyla adını duyurmuş bir isim olsa da pek çok kitabı bulunuyor, hatta Solo: Bir Star Wars Hikayesi ismi ile genişletilmiş bir Star Wars kitabı bile var.Şimdiye kadar dilimize çevrilen Minecraft ve Altı Diriliş olmuş.Minecraft’ın da bugünlerde baskısı bulunmuyor.

İmkansız cinayet-kapalı oda kategorisinde seçtiğimiz kitap üzerine bir de bilim kurgu olunca heyecanlandırmıştı.Ancak genel olarak zor bir okuma oldu. 
Öncelikle kitabın dili çok basit, cümle kurulumu,anlatım -bu tabiri kullanmayı sevmiyorum- ama vasat. Bu sadece çeviriden kaynaklı olamaz, editöryel olarak da üzerinden geçilmemiş gibi. Bir süre sonra sıktı zaten ittirerek okudum. Oysa konusu çok ilginç.Daha iyi bir anlatım ve kurguyla çok ileri taşınabilecek bir hikaye olabilecekken hem teknik açıdan eksik hem de polisiye unsurlar anlamında zayıf kalmış.

Konu sanal zeka,klonlama ,ütopik teknolojilerle 2493’te bir uzay gemisinde geçiyor. Bölümler arasında da yaklaşık 200 yıl geriye giderek karakterlerin kendi geçmişlerini anlatıyor. Sürekli bir klonlama olduğundan hayatın ve ölümün değerinin olmadığı,yaratıcı varlığının sorgulandığı bir dünya düzeni mevcut. 3D makinelerle yiyecek temin ediliyor.Pişirmek için domuz yazdırırken irite oldum ama sonra insan da yazdılar .Bu nokta fantazya elbette ama aklıma Çin’de yetiştirilen laboratuvar marulu geldi.Ürkütücü…

23 Temmuz 2020 Perşembe

ÖLÜM İLANI - ZHOU HAOHUI





Kitap seçimleri yaparken kategorilerden birinin Uzakdoğu Polisiyesi olmasını istemiştik. Oylamada Ölüm İlanı seçildi.Kitabın yazarı Zhou  Haoui  1977 doğumlu  Çin'li genç bir yazar.Türkçeye çevrilen tek kitabı.

Polis Akademisinde okuyan 3 öğrencinin 1984 yılında oynadıkları oyunun üzerinden 18 yıl geçmiştir. Ardından çözüme kavuşmamış cinayet dosyası Komiser Yardımcısı Zheng’in öldürülmesiyle tekrar açılır. 

Kendisine Erinyeler -ki bu da Yunan mitolojisine ait Çin değil- diyen katil adaletten bir şekilde ceza almadan sıyrılmış kişileri halk oylamasıyla cezalandırmaktadır. On sekiz yıl önceki davada toplanan ve çözülemeyince dağılan 4/18 timi bu sefer farklı kişilerle katili bulmaya çalışacaktır.

Ben isimler dışında kitabı çok rahat okudum.Ancak beklentimin aksine kurguda pek Uzakdoğu atmosferi yoktu maalesef.Daha çok Amerikan vari bir polisiye yaratmış yazar. Dövüş sanatları,mitoloji,tarih gibi o bölgeye ait unsurlarla harmanlansaydı hikaye daha ilginç olabilirdi. 

Onun dışında,polisiye kurgu başarısında çok önemli olan sebep sonuç ilişkisi hikayedeki boşluklar yüzünden havada kalmış. Suça yol açan sebepler basit kaldığından, bence okuyucuyu ikna edemiyor.

22 Temmuz 2020 Çarşamba

İĞNE DELİĞİ- CARTER DICKSON



John Dickson Carr ‘ın daha önce İmparatorun Enfiye Kutusu ve Kırık Menteşe kitaplarını okumuştum. Carr ‘ın  Carter Dickson , Carr Dickson ve Roger Fairbairn adları altında yazdığı kitaplar doğal olarak biraz kafa karıştırıyor.

İğne Deliği Carr ‘ın yarattığı üç ana dedektiften biri olan Henry Merrivale romanı.İsmi kitaplarda kısaca H.M olarak geçiyor. Dr.Fell,  Carr'ın yarattığı en büyük dedektif olarak bilinse de Sir Henry Merrivale ile benzerlikler gösteriyor. Her ikisi de  şişman, orta yaşın üstünde, üst sınıftan, yaygaracı ,ilginç karakterli İngilizler.

H.M iri ve ağır vücutlu bir meclis üyesi olmasına rağmen, fiziksel olarak aktif,hasta olduğu zaman öfkelenip bağırırak herkesi korkutan biridir.Örneğin 1949’da yazılan A Graveyard to Let romanında, beyzbolda topu umulmayan mesafelere fırlatarak beklenilmeyen yeteneğini gösterir.İlk romanlarda İngiliz Gizli Servisinin başı olarak görülür.İngiltere'nin en yaşlı baronesinin zengin torunudur.Hem avukat hem tıp doktorudur.İlk kitaplarda kel,gözlüklü,asık suratlı gösterilen H.M, açıkça Churchile benzetilerek yaratılmıştır.

İğne Deliği’ni  hikaye olarak kapalı oda bir mahkeme gerilimi olarak tanımlayabiliriz. Benim kapalı oda muammalarında  katilin kim olduğundan ziyade kullanılan yöntem ilgimi çekiyor. Kitabın orijinal ismi Judas Window hikayede geçen bir pencere çeşidi.Cumbanın göremediği noktaları görmek için Osmanlı Mimarlığında da kullanılıyormuş.Kim geldi penceresi deniyormuş. 

Olayın çözümünün basitliği, gene zekice kurgulanmış detaylarda saklanıyor .Kullanılan bir kelime,kıyafet,davranış şeklinden karakter çözümlemesi yapılırken bugünün adli tıp geriliminin yanında dönemin naifliği dikkat çekiyor.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

KANALDAKİ KADIN - Maj Sjöwall - Per Wahlöö


Kanaldaki Kadın İskandinav Polisiyesi’nin temel taşlarından  Maj Sjöwall ile Per Wahlöö ‘nün birlikte yazdığı Martin Beck serisinin ilk kitabı .1965’de başlayıp 1975’de Per Wahlöö’nün ölümüne kadar devam eden seri birçok dile çevrildi, Sinemaya aktarıldı, televizyon dizisi çekildi. Edgar Allan Poe ve İsveç Akademisi başta olmak üzere çok sayıda ödül aldı.

1926 doğumlu Per Wahlöö ve 1935 doğumlu Maj Sjöwall, 1961’de aynı yayın şirketine bağlı bir dergide çalışırken tanışırlar. Wahlöö, Komünist Parti üyesi, saygın bir gazetecidir. Sjöwall ise editör ve sanat yönetmeni olarak çalışmaktadır. Polisiye sevgileri ortaktır,yaşamlarını paylaşırken birlikte polisiye bir seri yazmaya karar verirler. Per’in daha önce pek satmayan politik kitapları vardır. Toplumsal mesajları polisiye yoluyla verebileceklerini düşünürler.

Erol Hoca’nın da belirttiği gibi “Martin Beck öyküleri, polisiye kurgu içinde çok kuvvetli toplumsal eleştirilerin yer aldığı yapıtlardır. On Martin Beck öyküsünde de cinayetin toplumsal nedenleri araştırılır. Yazarlarımız için cinayet bir kişinin fevri bir davranışı değildir, her cinayetin bir toplumsal alt yapısı vardır. Polis güçleri de suçlular da refah toplumu diye göklere çıkarılan İsveç toplumunun birer aynasıdır. Wahlöö-Sjöwall çifti başta siyasi güç olmak üzere her türlü gücün kötüye kullanılmasını ve toplumda sistematik biçimde beyinlerin yıkanmasıyla değer yargıları oluşturulmasını şiddetle eleştirirler.”

Sjöwall bir röportajında "İsveç’in, zenginlerin daha da zenginleşirken yoksulların daha da yoksullaştığı, soğuk ve insanlık dışı bir kapitalizme doğru gittiğini göstermek istedik,” diyor ve serinin ortaya çıkışını anlatıyor.

İlk kitabın ilhamı Stockholm’den Göteborg’a giden bir teknede gelir.Tek başına ayakta duran, çok güzel Amerika’lı bir kadın da onlarla yolculuk etmektedir. Sjowall, Per’ü ona bakarken görür ve “Neden bu kadını öldürerek başlamıyoruz ? der.

Serinin 6.kitabını yazarken Per bir hastalık geçirir.Uzun yıllar süren tedavi sürecininde bir gün kendisini tedavi eden profesörün odasına gizlice girip notları okur ve öleceğini öğrenir.Bunun üzerine Malaga’da bir ev tutarlar.Tüm ağrılarına ve ızdırabına rağmen  Wahlöö, serinin son kitabı Teröristler’i çoğunlukla kendi yazarken,Sjöwall hızla düzeltmeleri yapar.
1975 yılının Mart ayında İspanya’dan dönüp romanı hemen yayınevine teslim ederler. Aynı yılın haziran ayında ise Per Wahlöö, Martin Beck serisinin sayısız kez film ve diziye uyarlandığını, onlarca dilde yayımlandığını göremeden hayata veda eder.Hayat arkadaşı Sjöwall onun ölümünden sonra başka bir Beck kitabı daha yazmaz.

İlk kitap Kanaldaki Kadın 1965 yılında geçiyor. Hızlı ve her şeye çabuk ulaşılabilen zamanlar değil. Kimlik tespiti için bile aylarca yazışmak gerekiyor. Yüzlerce gezi fotoğrafını incelemesi, maktulle birlikte seyahat eden, farklı ülkelere dönmüş onlarca insana ulaşılmaya çalışması dolayısıyla hikayeyi ağırlaştırıyor. Martin Beck’in inatçılığına ve sabrına tanık oluyoruz. Ancak arka planda İsveç’i anlamak kesinlikle çok keyifli. 
Beck işkolik bir dedektif,karısıyla pek anlaşamıyor,ilişkileri sıkıntılı,içine kapanık ve asosyal. Sonraki yıllarda pek çok karaktere de ilham olacak bir dedektif prototipi.