29 Aralık 2017 Cuma

2017 Edebiyat Ödülleri

Aralık sonu geldiğine göre artık  tüm bir edebiyat yılını  değerlendirip toparlayabiliriz Sonrasında dönüp baktığımda bu listeler benim çok işime yarıyor.Umarım size de faydası  oluyordur.

İlgi alanım açısından benim Nobel’den bile heyecanla beklediğim Hugo Törenleri bu yıl Helsinki’de gerçekleştirildi. 2018 totemlerimden  Helsinki ve Stockholm :) sağlıkla kısmet olsun diyelim .

Tarihinin en kalabalık ikinci katılımının gerçekleştiği etkinlikte yeni bir kategoride açıldı ve bu yıl En İyi Seri Ödülü de verildi.


En İyi Roman kategorisinin, büyük ödülün sahibi The Obelisk Gate adlı romanıyla geçen yılın da galibi N.K. Jemisin oldu. Jemisin böylece 86-87 yıllarında ödül almış Orson Scott Card‘tan sonra üst üste iki sene En İyi Roman ödülüne layık görülen ikinci yazar oldu.

Sevgili Ursula Le Guin kariyerinin altıncı Hugo'sunu kazandı.En İyi Kurgusal Olmayan Kitap kategorisinde ödül  Words Are My Matter: Writings About Life and Books, 2000-2016 adlı derlemesiyle yazarlık kariyerini kaleme alan kraliçeye gitti.
Amal El Mohtar  Seasons of Glass and Iron  adlı öyküsüyle hem Hugo hem Nebulayı  aldı.
Rabid Puppieslerin aday China Miéville ve Neil Gaiman gibi isimlerden hiçbiri ödül alamadı.

Geçtiğmiz yıl Nobel Komitesi  Amerikan şarkı kültüründe yeni bir şiirsel anlatım yarattığı için ödülü ABD'li şarkıcı Bob Dylan'a verilmişti.Bob Dylan ödülü almaya gelmemişti.
Bu yıl İsveç’teki komite 2017 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Japon kökenli İngiliz yazar Kazuo Ishiguro'ya verdi. Kazuo Ishiguro, ödülü "Günden Kalanlar" isimli romanıyla kazandı. Kitap bizde de Şebnem Sunar çevirisiyle yayınlandı.




Edebiyat dünyasının en saygın ödülleri arasında gösterilen Man Booker'ın bu yılki sahibi, Amerikalı yazar George Saunders oldu. Saunders, ABD başkanlarından Abraham Lincoln'ün oğlunun mezarına yaptığı ziyareti konu edinen "Lincoln in the Bardo" isimli romanıyla ödüle layık görüldü.



2017’nin  Pulitzer ve  Arthur C. Clarke Ödüllerine baktığımızda ise son yılların parlayan yıldızı Colson Whitehead’i görüyoruz. Eleştirmenlerden tam not alan, çok satarlar listelerinde aylar boyunca bir numarada kalan The Underground Railway  bizde de Siren Yayınlarından çıktı.
Fantastik kurgu ve bilimkurgu edebiyatının saygın ödüllerden biri kabul edilen Locus ‘u Bilim Kurgu dalında  Hugo’yu da  kazanacağı beklenen Death's End ile Cixin Liu aldı.


Fantastik Kurgu dalında ödül  All the Birds in the Sky, ile Charlie Jane Anders’e gitti. 


Amerikan Gizem Yazarları topluluğu tarafından verilen Edgar Ödülünü  En İyi Roman Dalında Before the Fall ile  Noah Hawley  aldı.




Dünya'dan haberler böyleyken,bizde kimler hangi ödüllere layık bulunmuş bir genelleyelim.


Sait Faik Hikaye Armağanı

Behçet Necatigil Şiir Ödülü


 Yunus Nadi Roman ve Öykü Ödülleri


Duygu Asena Roman Ödülü

Haldun Taner Öykü Ödülü




















Orhan Kemal Roman Ödülü


Bunların dışında,

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Sedat Simavi anısına verdiği Edebiyat Ödülü bu yıl  Son Duraktan Bir Önce” adlı şiir kitabıyla Cevat Çapan’a verildi.

25. yılına giren Cevdet Kudret Edebiyat Ödülleri, 2017 yılında, tiyatro dalında Berkay Ateşin Hakikat, Elbet Bir Gün adlı oyununa verildi.

Yunus Nadi Şiir Ödülü' Abdulkadir Paksoy ve İhsan Tevfik paylaşırken , Ahmet Fenar Sandık öyküsüyle Orhan Kemal Öykü Ödülünü aldı.

Ülkemizden haberleri verirken  polisiye kültürüne katkı sunmak için düzenlenen 221B Polisiye İlk Roman yarışmasına değinmemek olmaz. Ödülü’nün sahibi “Öldüren Roman” adlı dosyasıyla Baytan Uğur Yem oldu.Yarışmanın ödülü olarak yazarın ilk kitabı, 2018 başında Mylos Kitap’tan  yayımlanacak.

Dünya Kitap Dergisi'nin Yılın En İyileri Ödülleri açıklandığında onu ayrıca yazacağım.


28 Aralık 2017 Perşembe

SİYAH KOKU - GÜLAYŞE KOÇAK

Yerli distopya okudukça yakın gelecek endişe seviyem yükseliyor. Hikaye, bize pek tanıdık Bizistan adlı bir yerde,muhtemelen çok uzak olmayan bir gelecekte geçiyor.Su kaynakların tükendiği su savaşlarının yapıldığı bir dönem. Yiyecekler endüstriyel, içecek ihtiyacı haplarla karşılanıyor. İnsanlar sağlıksız, gençlerin bile yüzleri kırış kırış. Yaşam ömrü kısalmış.

Doğal kaynakların kuruduğu, kişi başına düşen su tüketiminin kotaya bağlı olduğu, hükümetin gelir elde etmek için Bedensel Kaynak Yasasını çıkartıp organ bağışını genç-yaşlı ayrımı gözetmeden zorunlu kıldığı bu dünyada insanlar dev püskürtücülerle havaya salınan ilaçlarla sakinleştiriliyor.

Bizim Güzin Abla’ya benzer bir iş yapan Mine bir gazetenin Zeyda Teyze köşesini yazıyor. Şehirler arası bir otobüs yolculuğunda Tuncay’la tanışıyor ve aralarında bir ilişki başlıyor daha doğrusu kitap boyunca bir türlü başlayamıyor.Aslında distopik konunun önüne geçen bu ilişki romanın merkezinde hastalıklı bir şekilde uzadıkça uzuyor.

Sistem, ekonomi, kapitalizm, savaş, vicdani ret,ötekileştirme, cinsiyetçilik, ırkçılık gibi altı çok doldurulabilecek konular bu çiftin kavgalarının arasına sıkıştırılmış beylik cümlelerin ötesine geçemiyor.


Distopik konusu ilginç fakat sonu bir türlü toparlanamamış bir roman olmuş Siyah Koku. Gene de türün ilginç örneklerinden biri olarak bu ilişki sarmalından sıkılmam derseniz okuyun.Ben hiç bir yere varmayan ilişkilere tahammül edemediğimden çok sıkıldım, bitirene kadar elimde süründü.

27 Aralık 2017 Çarşamba

GÖKDELEN - TAHSİN YÜCEL



“Ama sen kahvaltını bitir önce. Bugün kaç sofrada buğday ekmeği yeniliyor? Evet, buğday serada yetişiyor, seralar da yabancıların elinde. Gene de bitirmek zorunda değilim. Hiç iştahım yok bu sabah.”....

Arka arkaya okuduğum yerli distopyalardan sonra aslında bu türe uygun ne çok malzeme ve potansiyel taşıdığımızı fark ettim.Şehirler almış başını gidiyorken  biz distopyaları hep uzak zamanlarda yada başka  gezegenlerde geçer sanıyoruz.Oysa neredeyse o distopyaların kıyısındayız.

Tahin Yücel’in meşhur romanı Gökdelen ilk 2006 yılında basılmış.Benim okuduğum 9.baskıydı. Bugünden hele İstanbul’dan bakınca öngörüsü şahaneymiş.

Yıllar yılı özelleştirmeye karşı olanları sermaye düşmanlığı yapmakla suçlayan güruh bu uğurda sınır tanımamış ve 2073’e gelindiğinde denizlerin bile özel mülkiyete ait olduğu bir ülke yaratmış.Gerçi geçtiğimiz Kasım ayında Bodrum Mal Müdürlüğü Bodrum Sahillerini açık artırmaya çıkardı. Gündoğan,Gökçebel,Yalıkavak,Türkbükü Turgut Reis ve daha pek çok bölgede 30 yıllık kiralamalar yapacaklarmış. 2073 ne ki , geçmiş olsun  :(

Şimdi sırada ne var ;  yargının özelleştirilmesi. Bu konuda yorumun ne olurdu acaba Ersan Hocam !

Hakimler,savcılar hep güdümlü kararlar verirken ,tüm yargı çalışanlarının maaşları,masrafları hükümet için büyük bir ödenek oluşturuyorsa bu e tabii yönetim açısından karlı bir politika olacaktır. Olur mu olmaz mı derken, suyun başını tutanlara mantıklı gelince oluyor, üstelik  ileri gelen iş adamlarının oluşturduğu bir konsorsiyum ile de istirakçiler belirleniyor.

Laz mütahit kafasının  gökdelen dikme sevdasına evrildiği inşaat furyası 2073’de de tam gaz devam.

Fikrin güçlü,ancak kurgunun ve finalin hafif kaldığı Gökdelen olabileceklere ve gidişatımıza farklı bir yönden dikkat çekiyor. Makineleşme ve gıda yetersizliği ile mücadele edilmedikçe sosyo-ekonomik yönden sistemin ötekileştirdiği Yılkı Kitleleri çok da gerçek dışı değil.

27 Ekim 2017 Cuma

BAŞLANGIÇ - DAN BROWN

Cehennem yorumunu yazmamın üzerinden 4 yıl geçmiş.(burada) Maalesef o kitabında da Dan Brown beni tatmin etmemiş daha çok bir yergi yorumu yazmıştım. Bana sponsorları bile belli bir film senaryosu okuyorum hissi vermişti ki hepimizin tahmini üzerine filmi de çekildi zaten. Kurgu gereği İstanbul’a da geldiler. Çok büyük bir olasılıkla Origin için de hazırlıklar başlamıştır.

İlk kitapları hatırına gene çıkar çıkmaz okuduğum Başlangıç için tipik bir Dan Brown kitabı diyebilirim. Kaçıp kovalama hikayeleri gene tarihi/sanatsal mekanlarda geçiyor, gene din merkezli bir konu ve gene öldürülen birinin arkasından olayı çözmeye çalışan  Robert Langdon ‘a yardım eden bir kadın karakter var.Bu sefer teknolojik gelişmeler,sanal zeka da işin içine girmiş.

Yani okunuyor mu evet gayet de hızlı okunuyor ancak diğer kitaplarıyla karşılaştırırsak temposu daha yavaş .Tüm kitaplarını okumuş bir okuyucu olarak ben yazarın artık sürekli kendini tekrar ettiğini beni şaşırtmadığını söyleyebilirim.
Finalde ise içerikle çelişen ama çok tahmin edilebilir daha önce bilim kurgu filmlerinde defalarca izlediğimiz bir klişeyi kullanmış.

Öte yandan olayların geçtiği mekanlar açısından fütüristik Guggenheim Müzesi, Gaudi ve onun  bitmeyen La Sagrada Bazilikası bir farkındalık yaratır muhakkak. Zaten Dan Brown adeta bir turizm elçisi misyonuyla yazıyor romanlarını.

Ben açıkçası bu kurguyu dört yılda yazdığına pek inanmadım İspanya’nın bu kadar karışık olduğu bir dönemde olayların buralarda geçmesi ,kraliyet ailesine dokunması,Franko’dan,demokrasiden söz etmesi tesadüf olamaz.
Konunun çerçevesi ve mekansal açılımlar ne kadar gelecekten söz ediyorsa ,yönetsel anlayış için de bir o kadar gelecekten söz ediyor.Koyu ve geleneksel İspanyol geleneğinin karşında duran anlayış isimlendirilmeden bir dönemin kapanmak üzere olduğu vurgusunu yapıyor hatta alıştığımız Langdon aksiyonlarının önüne geçiyor. 
İşte tam da bu yüzden Başlangıç bana “çok satan bir adama” verilmiş sipariş  bir metin gibi geliyor.

25 Ekim 2017 Çarşamba

BUZDAKİ KIZ - ROBERT BRYNDZA


Suflör den sonra  okuduğum  Robert Bryndza’nın Buzdaki Kız’ı da bir ilk kitap. Yazar Brynzdza İngiltere doğumlu, eşiyle Slovakya’ya yerleşmeden önce Amerika ve Kanada’da yaşamış. Bu türe geçmeden önce romantik-komedi yazıyormuş. Coco Pinchard serisiyle Amazon’un çok satanlar listesindeymiş.

Aslında hem Suflör’ü hem de Buzdaki Kız’ ı dedektif karakterleri  kadın olduğu için okumak istemiştim. Bu hepimizin malumu polisiye hikayelerde fazla kullanılan bir unsur değil hala.

Brynzda  bu kitabıyla dedektif Erika Foster karakterini yaratıyor.Serinin beşinci kitabı  Cold Blood  2017 içinde İngilizce olarak yayınlandı bile ancak bizde şimdilik ilk iki kitap çevrilmiş durumda.

Slovak asıllı Foster, bir Smoky Barett olur mu; bunu ilk kitaptan anlamak zor. Karakter yeni yaratıldığından olsa gerek onun hakkında daha fazla fikir vermek açısından konuyu çok bölmüş. Ayrıca yazarın ırkçılık ve yabancılara karşı toplumsal tutum  gibi vermeye çalıştığı mesajlar aslında yazarın duruşunu sergilese de gene polisiye olayların hızını kesiyor. Genel anlamda  ise hikayenin öyle çarpan bir kurgusu yok.


Az buçuk tahmin edilebilecek ve benzerlerini çok okuduğumuz bir finalle Erika Foster ile  tanışmak güzeldi deyip okuyup okumama kararını size bırakıyorum. Ben fırsat bulduğumda serinin ikinci kitabına da bir şans vereceğim .

23 Ekim 2017 Pazartesi

SUFLÖR - DONATO CARRISI


Donato Carrisi’yi çok satanların başına yerleştiren Suflör bir çok dile çevrilmiş beş uluslararası edebiyat ödülüne sahip bir ilk roman , bir gerilim polisiyesi.

Roma’da yaşayan yazar 1973 Fransa doğumlu.Hukuk eğitimi  aldıktan sonra kriminoloji alanında uzmanlaşmış ve senaristlik yapmış. Dilimize çevrilmemiş altı kitabı daha var.

Suflör’ü bitirdiğimde bende bıraktığı hisle bir devam kitabı var mı diye araştırdım fakat diğer kitaplarının tanıtım yazılarının herhangi birinde devamı olduğuna dair bir referans bulamadım. 

Kitabın temposu çok hızlı ve kurgunun gerilim düzeyi çok yüksek. Üstelik merak duygusunu okuyucuda uzun süre tutabiliyor. Ancak finale doğru kişisel kanaatim yazar ya okuyucuyu hafife almış yada ilk kitap acemililiğiyle çok bilindik polisiye klişelerine düşmüş.Üstelik şaşırtmak amacıyla tasarladığı final olayının sebep sonuç ilişkisini ben yeterli bulmadım.
Öte yandan mekansal olarak hikaye çok nötr. Olaylar nerede geçiyor belli değil bu da okuyucunun canlandırma görüsünü zorluyor.


O yüzden uzun zamandır okuduğum en iyi polisiye hikaye diye devam ederken finale doğru fikrim değişti. Suflör sonuçta yazarın ilk kitabı ve “sadece varılan nokta değil yolculuğun kendisi de güzeldir” denilip okunabilir.

19 Ekim 2017 Perşembe

On Derin Ayak İzi - Lüset Kohen Fins


“Bir kitap okudum ve hayatım değiş(me)ti/di “ türünden bir kitap. Kitaplığımda uzun yıllardır okunmayı bekliyordu. Uzun ve yalnız yolculukların getirisi de bu oluyor,biriken kitapları azaltabiliyorsunuz.
Okunması rahat ve hızlı, kurgusal olduğundan dolayı da diğer kişisel gelişim kitaplarının sıkıcılığında değil.

1970 doğumlu Lüset Kohen Fins, 1997-2009 yılları arasında City Plus İstanbul dergisini yayınlamış,uzun yıllar İngilizce ve Türkçe makaleler yazmış.Ardından çalışmalarına New York’da devam etmiş ve NYC Food&Mood isimli bir şehir rehberi çıkartmış. 2010 yılında bu hızlı tempodan sıkılıp bir sinema okuluna kaydolmuş ve kurgu yazarlığına odaklanmış. 2013'de Uluslararası Harper Collins  Authonomy ödülünü alan On Derin Ayak İzi’ni İngilizce yazıp,Türkçe’ye gene kendi çevirmiş.

Zhuizm ve Wen Bao Zhu’nun mantraları da dahil kitapta geçenler tamamen kurgusal. Yaratılmış bir felsefi akım üzerinden tam bir şehir yaşamı hikayesi okuyoruz. Önceden olsa bana çok Amerikan gelecek hatta bunun için eleştirebileceğim çoğu şeyi artık kendi şehrimde, kendi insanlarımla yaşadığımdan kurgusal bir eleştiri yapmayacağım.Benzerlerini doya doya yaşıyoruz.
Şehir yaşamının oluşturduğu boşluk duygusunun nasıl kolayca başka sorunlara evrilebileceğine vakıf herkesin de dikkatini çeker diye düşünüyorum.

Herkes çok önemli,çok başarılı,çok güzel,çok yakışıklı,çok ünlü, çok beğenilen,çok kazanan,çok mutlu,çok eğlenen,çok gezen,çok inanan,çok vatanseven iken, bu şehrin büyük bir kısmının dini öğreti temelli toplantılara koşmasını diğer büyük bir kısmının da yoga salonlarını doldurmasını ; öte taraftan önemli insanlar tanımak için oradan oraya partileyenleri anlamak zor değil…

O yüzden gözümüzün içine 5 dakikadan fazla bakabilen insanlara sıkı sıkı sarılma ihtiyacı…..

18 Ekim 2017 Çarşamba

BATIK KREDİLER - PETROS MARKARİS


Daha önceki Markaris yazımda da belirtmiştim (burada) ,bu adam politik kurguyu kullanarak çok güzel politik roman yazıyor. Batık Krediler kulübün Eylül seçimlerinden biriydi.

“Banka soymak nedir ki,banka kurmanının yanında?”


Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sından alıntıyla başlayan hikaye  2010 yazı Atina’da geçiyor.Herkesin ekonomik krizi konuştuğu bir ortamda, Komiser Haritos çok sevdiği kızınının düğün telaşında. 

Maaş kesintileri,dar gelirlilerin bütçelerine vurulan darbe,kredi yolsuzlukları okurken bize yabancı değil. Zaten bizdeki skandallardan bir zaman sonra, önce Yunanistan sonra da İspanya’ya sıçrayan ekonomik yolsuzlukları böyle kurgulaması , ülkesini ve onu okuyanları çok iyi tanımasından kaynaklanıyor.

Haritos bu sefer böyle bir kriz ortamında öldürülen üç kişinin katilinin peşinde.Üstelik kurbanlar finans sektöründen ve halkın  canını yakmış kişiler. Haritos olayı çözmeye çalışırken Markaris de sistemin ne kadar çürümüş yanı varsa ortaya döküyor. 

Ancak benim favorim bu sefer karısı Adriani. Sınırlı bir bütçeyle evi döndürme çabaları tam annelerimizin yapacağı türden.Okurken içinizi ısıtıyor,gülümsetiyor… 

17 Ekim 2017 Salı

UNUTMA BENİ APARTMANI - NERMİN YILDIRIM




“Sadece yaşlanıp ölmekten değil, koskoca bir hayatı heba etmiş olmaktan da korkar olmuştum. O saatten sonra başıma gelebilecek en fena şey, hayatım boyunca yanlış yoldan yürümüş olduğumu görmek olacaktı.Oysa ben pişmanlıkları sevmem”... 
Bu kitaptan payıma düşen de bu cümleler oldu bu sefer.

Bir yazarı çok sevdim mi kitaplarını da arka arkaya okuyorum. Gittiğim son tatilde yanıma Unutma Beni Apartmanı’nı almıştım. Markaris’le beraber  bir o, bir diğeri hafta boyunca bana eşlik ettiler. Nermin Hanım ismiyle müsemma bu romanı yazmayı hakikatten Cihangir’de bu isimde bir apartmanı gördükten sonra karar vermiş.Kimler yaşamış,neden bu ismi koymuşlar,şimdi neredeler derken apartmana bir hikaye yazmış ve bunu da romanda kullanmış.Romanın fitilini ateşleyen de gene uzun zamandır görüşmediği annesinden aldığı bir telefon olmuş. Önü ardı kurgu da olsa kahramanımız Süreyya’nın da hikayesi kırküç yıldır görmediği annesinden aldıığı bir telefonla başlıyor.

Süreyya’nın iç dökmeleri çoğu kadının kendinde de bulacağı duygular.Sorguladığı aile kurumu,bağlılık,annelik ,kutsal bilinene karşı duruş,köksüzlükten beslenmek.Bölümler arasında annesi onu neden terk ettiğini anlatmaya çalışıyor. Başka bir kadın kendi hikayesini anlatırken  roman da 60’lardan başlayıp günümüze gelen bir zamana yayılmış oluyor ve siyasal hayat,ekonomik krizler,deprem, 11 Eylül daha pek çok şey  kurguyu çeşnilendiriyor.


Süreyya yazarlık serüveninde etrafındaki kişilerin hikayelerinden çok etkileniyor. Yarattığı karakterleri kurgularken çok sevdiği, etkilendiği yazarları da anıyor.Mesela Adalet Ağaoğlu’nun kahramanlarından Tezel ve Aysel çıkıyor karşımıza. Yazdığı kitapları kendi adıyla basmayıp NY adında başka birine teslim ediyor. Okuması keyifli bir Nermin Yıldırım kitabı daha...

24 Ağustos 2017 Perşembe

AEDEN - AZRA KOHEN

Azra Hanım Kitap Ağacı’na konuk olduğunda  Aeden’in çok yakında basılacağı haberini de vermişti. “Aslında her şey Aeden’i yazmak içindi. Ben bir kitap yazmak istedim,ancak önce okurları buna hazırlamam gerekiyordu.Fi,Çi ve Pi böyle ortaya çıktı“ demişti. O yüzden Aeden’i merak ediyordum,her ne kadar yorumlamam uzun sürse de çıkar çıkmaz okudum.

Çok beğenmeme rağmen ilk olarak şunu söyleyebilirim;kitabı gereksiz uzatılmış buldum. Bu yayınevinin isteği miydi bilemiyorum ancak bi 100-150 sayfa daha kısa olabilir,yazar tekrar tekrar aynı şeyleri söylemekten kaçınabilirdi. Öte taraftan evet beğendim çünkü Azra Kohen’in dert edindiklerini aktarmadaki ustalığını zaten çok seviyorum. Aeden’de de bize konuşmaya geldiğinde bahsettiği konuları kurgulamış. (Burada uzun uzun anlatmıştım.)

Bizim için ütopik bir gezegen olan  Aeden’de aşkın olan,tamamlanmış İNSAN’lar yaşıyor. Kendi potansiyellerinde yaşadıkları doğa ve diğer canlılarla yani diğer yaşam enerjileriyle muhteşem bir uyum içindeler. Potansiyellerini sonuna kadar kullanabildiklerinden bedenleri ve zihinleri de çok çok üstün. Sonje ve Numi bu sebeple dünyaya geldiklerinde büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Karşılaştıkları İNSANSI’ların birbirlerine ve yaşama karşı gösterdiği kötücülükler karşısında dehşete düşüyorlar.  Bunların içinde az buçuk duyarlı olan herkesin isyan ettiği hayvan deneyleri, çocuk istismarı,büyük petrol ve ilaç şirketleri,silah satışını pompalamak için fakir ülkeleri terörize eden dev şirketler,manipülasyonlar var. Pırlanta gibi büyük bir enerji kaynağını sadece kendimizi süslemek için kullanmamız zihinsel olarak ne kadar ham olduğumuzun en büyük göstergesi. Sonje ve Numi’nin hikayesi de insan yaşamının değişmesi,gelişmesi yönünde bir mücadele hikayesi.

Kitapta dendiği gibi “İnsan doğulmuyor,insan olunuyor”.

Nasıl insan olacağımızı da seçimlerimiz ve olaylar karşısındaki duruşumuz belirliyor. Sisteme hizmet etmemek günümüzde çok zor.İdeolojimiz ne kadar sağlam olursa olsun her yandan sarıp sarmalandığımız köleleştirme politikalarını maalesef düşündüğümüz gibi devletler yönetmiyor.Onlar sadece dev kapitalist şirketlerin/oluşumların daha çok para kazanmasını sağlayan aracılar.Sabah akşam kullandığımız diş macunlarıyla beynimizi kontrol eden, çocuklarımızın eline verdiğimiz masum bir çikolata paketiyle onları zehirleyen ,içtiğimiz sudan hasta edip sonra ilaç satan, yüzümüze süreceğimiz bir krem için yüzlerce masum hayvanı öldüren bu zihniyetin artık sınırı da yok.Her yerdeler. Bilinçli olarak kendi dişisine,yavrusuna zarar veren tek türüz. Neyimiz üstün diğer canlılardan. Kötüye kullanılan zekanın bu evrene ne faydası var.Diğer yaşamların bize hizmet etmek zorunda olduğu kibrinden kurtulup,biraz da bu açıdan bakmak lazım.
Bu fotoğrafı çektiğimde Leyla hamileydi.Sonra üç tane dünya tatlısı yavrumuz oldu.Şimdi Cavidan Hanım ve Mösyö Marcel de bizimle. 

14 Temmuz 2017 Cuma

PETROS MARKARİS - ATİNA POLİSİYESİ



Güzel haber sonunda geldi. Sahaflardan cımbızla topladığımız Markaris kitaplarından üçünü Can Yayınları tekrar bastı. 1937 Heybeliada doğumlu Yunanlı yazarın yarattığı karakter dedektif Kostas Haritos yazarın kendi deyimiyle Akdeniz ülkelerindeki ortak polisiye kültürünün bir ürünü


Ailesinin ticaret okuması için Viyana gönderdiği Petros Markaris orada aradığı özgürlüğü bulur. Tiyatrolardan çok etkilenir ve oyun yazmaya başlar.Teodoros Angelepulos’la tanıştıktan sonra onun senaristliğini yapmaya başlar.Sonrasında Bir Cinayetin Anatomisi’ni yazar ve dizi üç yıl boyunca herkesi ekrana kilitler. Polisiye kurguya eğilmişken arka arkaya romanlar gelmeye başlar. Gece Bülteni ve Kostas Haritos karakteri ilgi görünce arkasından Alan  Savunması’nı yazar.


Haritos’un bu kadar sempatik bulunup sevilmesinde şüphesiz insan yönlerinin ağır basması.var. Yazar ondan bir süper kahraman yaratmamış. Sözlük okuma merakı var. Albaylar cuntası sırasında polis okulunu bitirmiş, ilk göreve başladığı yerlerde işkencelere tanık olmuş , yirmi yılda ancak yükselebilmiş bir cinayet masası dedektifi. Biraz eski kafalı kendine göre doğruları var. Yozlaşmış sisteme karşı çıkıyor fakat gerektiğinde kendisi de rüşvet vermeye razı olabiliyor. Eşiyle sürekli didişip, küsüyorlar.Karısı Adriani domates dolması  yaptığında da barışıyorlar. Selanik Üniversitesinde hukuk okuyan bir kızı var.Kızına çok düşkün.

Alan Savunması yazarın ikinci kitabı ancak ben ilk önce onu okumuştum. O kadar tanıdık ve bizden bir hikayeydi ki Haritos’u sevmemek mümkün değildi J Yıllardır tatile çıkmadıkları için karısının söylenmelerine daha fazla dayanamayan dedektif, baldızının adadaki evinde tatil yapmaya razı olur. Ancak adada meydana gelen deprem, gömülü olan bir cesedi ortaya çıkarınca kimliği belirsiz cesedi Atina’ya götürüp cinayet üzerinde çalışmak Haritos’a kalır. Araştırması derinleştikçe de  üçüncü lig takımları, politikacılar,medya,emniyet bürokrasisi ve daha pek çok şey kirli bir sarmal olarak etrafını sarar.


Gece Bülteni’ni son Yunanistan seyahatimde yanımda götürmüştüm. Arnavut göçmeni bir çiftin öldürülmesini araştıran Haritos  ortaya çıkan bağlantılarla gene ilginç bir Atina Polisiyesi okutuyor bize.
Romanlar kadar ilginç olan Petros Markaris’in bu kitapları yazıp yayınladıktan sonra patlayan skandallar olmuş.Gece Bülteni’nden sonra Balkanlar’daki çocuk kaçakçılığı , Alan Savunması’ndan sonra ise üçüncü lig takımları üzerinden kara para aklayan mafya ile ilgili haberler uzun süre gündeme taşınmış. Bence Markaris polisiye kurguyu kullanarak bal gibi politik roman yazıyor.Çok da güzel yazıyor…
Umarım en kısa zamanda konusu İstabul’da geçen ve daha önce Eskiden Çok Eskiden olarak çevrilen Dadı da basılır. Bu kitabın da sahaf fiyatları ne yazık ki çok yüksek…

22 Mayıs 2017 Pazartesi

GATACA - FRANCK THILLIEZ

“Üç beyin teorisi;insan beyninin evriminin bin yıllar zarfında üç aşamada gerçekleştiği düşüncesine dayanır. Üç ardışık beyin yapısı,bir anlamda kaymak tabakaları gibi üst üste binerek bugünkü büyük akıllı ve başarılı beynimizi oluşturmuştur.Bu aynı zamanda ilk primatlardan bu yana kafatası hacminin artışını da açıklıyor.Birincisi canlı türlerinin çoğunda ortak ve en eski olan şu meşhur sürüngen beyin.Kafatasının derinliklerinde gayet iyi korunduğundan sarsıntılara en dirençli beyinsel yapı da o mesela.Beslenme,uyku,üreme gibi temel ihtiyaçları tatmin ederek hayatta kalmamızı sağlıyor.Nefret,korku,şiddet gibi bazı ilkel davranışlardan da sorumlu.
İkinci beyin,limbik sistem esas itibariyle hafıza ve duyguları idare ediyor.
En yeni olan ve neokorteks adı verilen üçüncüyse,dış tabakalarda yer alıyor ve dil,sanat,kültür gibi entelektüel becerilerle ilgileniyor.Düşünceyi ve bilinci oluşturuyor.”

E-Sendromu’nun devamına duyduğum merakla hemen arkasından GATACA’yı da okudum.Eğer ki genetiğe ve bilime ilginiz varsa polisiye olay örgüsüyle harmanlanmış bu iki kitabı kesinlikle atlamayın.

G A T C dizisi yani grosso modo, insan genomunun 1 numaralı kromozomundaki ilk 30000 nükleodi temsil ediyor. Dizilimler zaten çok ilginç şöyle ki ; hücrelerimizden tek bir tanesinin DNA’sını oluşturan 46 kromozom uç uca eklense insan boyunda bir DNA ipliği ortaya çıkıyor ama insan vücudundaki bütün hücrelere aynı şey uygulandığı takdirde yaklaşık bir milyar beş yüz milyon km’lik bir uzunluk söz konusu oluyor yani tek bir kişi için Güneş ile Satürn arasındaki mesafe kadar.


Öte taraftan başka bir ilginç konu Neandertel’lerin yok oluşu.Kromanyon tarafından ( -ki bu şiddete daha yatkın olan bizler oluyoruz) soykırıma uğradığı tezi. 
Bu ve bunun gibi çok değişik bilgiler de içeren şahane bir konusu var.Henebelle ve Şarko gene birlikte…

30 Nisan 2017 Pazar

DOKUNMADAN - NERMİN YILDIRIM

Unutma Dersleri'ni çok beğenince vakit kaybetmeden yazarın son kitabı Dokunmadan’ı okudum. Beni gene hayal kırıklığına uğratmadı. Ölüm gibi son derece tatsız bir konuyu bile böyle komik anlatabilecek bir zekaya sahip olmak herkesin harcı değil.

Adalet öleceğini öğrendiğinde geçmişiyle hesaplaşmak,günahlarıyla yüzleşmek ister.İlk hatırladığı günahı mahalleden Mazlum’un elinden oyuncağını almasıdır. 20 yıl sonra Mazlum'u bulmak ve oyuncağı ona geri vermek için yola çıkar.


Nermin Yıldırım Dokunmadan’da dokundura dokundura insanların kabuk bağlamış yaralarını,insan ve memleket hallerini anlatmış.Gene hem hüzünlü, hem neşeli, hem komik okuması çok keyifli bir hikaye çıkmış ortaya.  

28 Nisan 2017 Cuma

Dorian Gray'in Portresi - Oscar Wilde

Kapağın üzerinde kocaman sansürsüz basım yazınca yıllar sonra tekrar okumak istedim. Sansürlü haliyle karşılaştırmak için aradan çok zaman geçmiş, birebir karşılaştıramadım ama eşcinsellik çağrışımlarının o kitapta da olduğunu hatırlıyorum.

Dorian Gray’in portresi Oscar Wilde’ın yayınlanmış tek romanı. 1891’de yayınlandığını düşünürsek o dönem İngiltere’de çok büyük tepki görür ,roman yazarın izniyle kısaltılır ve cinsellikle ilgili cümleler ayıklanarak basılır.

Bu roman için kendini Dorian’la özdeşleştiren Wilde yaşadığı dönemde ahlak bozukluğundan hapse atılır ve sonrasında büyük bir mali sıkıntı içinde Fransa’da ölür.

Everest’ten çıkan Ülker İnce çevirisi 2014'te Dünya Kitap Dergisi'nin  en iyi çeviri ödülünü almıştı. Nicholas Frankel’in editörlüğünü yaptığı baskı 1890’da dergiye teslim edilen sansürsüz nüsha dikkate alınarak çevrildi.

Çoğunluğun bildiği hedonizm ve insan ruhunun kötücülüğünün şekilselleştirilmesi konuları bir tarafa da bu kitap yıllar sonra okuduğumda bile bana sansürlü sansürsüz aynı şeyi hissettirdi.

Aşık Veysel sen çok yaşa….

26 Nisan 2017 Çarşamba

UNUTMA DERSLERİ - NERMİN YILDIRIM



Nermin Yıldırım’ın kitapları uzun zamandır listemdeydi.Kitap Ağacı-İstanbul’un Mayıs konuğu olacağı açıklanınca öne alıp bir iki kitabını okumak istedim.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum ben bu kadına ba-yıl-dım. Hani yeni tabirle “kafası çok güzel”

Herkesin unutmak istediği acıları vardır da bunu nasıl yapacağını bilemez ya kahramanımız Feribe aşk acısını unutmak için  böyle bir merkeze gidiyor.Mazi İmha Merkezine.

Kitabı okumadan önce aklımda Eternal Sunshine of the Spotless Mind vardı; acaba onun gibi bir kurgusu mu var diye düşünmüştüm ki kitabın içinde de bu film karşıma çıktı. Öyle bir şey değil zaten daha gerçekçi bir hayalperestiği var. Burada aldığı unutma dersleri ve yapmak zorunda olduğu haftalık ödevlerle Feribe’nin hayatı daha da karmaşık bir hale geliyor.

Komik,ironik,dokunduran,hem acıklı hem neşeli bir hikaye.Ben çok sevdim…

25 Nisan 2017 Salı

E SENDROMU - FRANCK THILLIEZ

Franck Thilliez’in daha önce Hayalet Bellek’ini çok beğendiğimi yazmıştım.Dedektif Lucie Henebelle ile tanışmamız bu kitapta olmuştu. Kulüpte arkadaşlar Gataca okuyacaklardı,kronolojik olarak önce E Sendromu geldiğinden ben öne onu aldım. E Sendromu ve Gataca devam kitapları.

Teğmen Henebelle’e bu kitaplarda Paris polisinden şizofren komiser Frank Şarko’da eşlik ediyor;birlikte çok iyi bir takım oluşturmuşlar.

Henebelle’in eski erkek arkadaşı izlediği bir filmden sonra görme yetisini kaybetmiştir.Fizyolojik hiçbir sıkıntısı olmamasına rağmen yaşadığı psikolojik travma yüzünden göremeyen arkadaşına yardım etmek isteyen teğmen 1950’lere ait bu tuhaf filmin subliminal mesajlar içerdiğini fark eder. Bu filmin gizeminin peşine düştüğünde yolu Şarko ile kesişir.


E Sendromu bence sadece bir polisiye değil aynı zamanda çok iyi bir psikolojik-gerilim hikayesi. Temposu hiç düşmeyen, bilimle harmanlanmış zekice bir kurgusu var.Soğuk savaş döneminin kan donduran çılgın deneylerinin devletler elinde nasıl bir güç haline geldiğini görüyoruz.

Şimdi sırada Gataca var ve maalesef  yazarın Türkçeye çevrilmiş henüz başka bir kitabı yok.

31 Mart 2017 Cuma

OSMANLI CADISI - BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU

Barış Müstecaplıoğlu şahane bir bilim kurgu yazmış. Çok iyi bir hayalgücü ve yaratıcılığı var.

İstanbul iç savaşlardan çıkmış, yeniden inşaa edilmiş. 250-300 katlı mega kulelerde yaşayan ve tüm yaşamsal ihtiyaçlarını bu mega kulelerin çeşitli katlarından karşılayan zengin bir kitle ile yeryüzünde yaşayan fakir çok kalabalık bir halk 250 yıl sonrasının şehir devletinde yaşamaya çalışmakta.

Yeryüzünde hiç ağacın kalmadığı bunun yerine oksijen kulelerinin dikildiği alanlarda, bir zamanlar burada ağaçlar,ormanlar hatta hayvanlar varmış diyenlerin yalanlanıp tutuklandığı "demokratik" bir yönetim var. Geçmişe dair internette dahi bulunabilecek bir kayıt yok. Toplumsal hafızalar istenildiği gibi şekillendirilmiş.Ulaşım heli-mobillerle yapılmakta. 

İşte böyle bir ortamda şiddetli baş ağrılarıyla başa çıkmaya çalışan Dedektif Kemal’den yakılarak öldürülen bir ailenin katilinin bulunması istenir.
Öte taraftan yüzyıllar önce Osmanlı Donanmasından Süleyman Paşa sefere çıktığı sırasında denizde bir kız bulur.İlahi bir mucize olduğunu düşündüğü ve Ayşe adını verdiği bu kızın gizemleri vardır.Kemal cinayeti çözmeye çalışırken,Paşa bu kızı nasıl koruyacağının derdindedir. 

Anlatımın ve kurgunun son derece akıcı olduğunu söyleyebilirim.İki farklı hikaye nerede nasıl bağlanacak diye okurken baktım kitap bitivermiş J

28 Mart 2017 Salı

KAR KURDU - GLENN MEADE


Bana  Mystery Action Fiction türünde en sevdiğin yazar kim diye sorsalar düşünmeden Glenn Meade derim herhalde. Bitmesin diye külliyatını yavaş yavaş okuyorum yoksa başlandı mı durulacak gibi değil. Kar Kurdu en iyi hikayelerinden biri; ben bu tuğla kitabı taşımaktan imtina ettiğimden sürekli ertelemiştim.

Kulüpte aylık Meade okuma etkinliğine Kar Kurdu ile başlandı; ben de bu fırsatla okumuş oldum.Uzun zamandır baskısı yoktu.Geçtiğimiz ay Kırmızı Kedi Yayınları kitabı tekrar bastı .Ben Doğan Kitap’ın eski baskısından okudum.İnanılmaz akıcı.600 sayfalık kitap birkaç günde sadece akşamları okuyarak bitti.


Kar Kurdu bir operasyon adı. Aslında Stalin’in ölümüyle ilgili bir şaibe üzerine kurulmuş bir örgüsü var. Glenn Meade bu  söylenti üzerinden öyle inandırıcı bir kurgu yaratmış ki tıpkı Romanov Komplosu yada Sakkaranın Kumlarında olduğu gibi gerçek olma olasılığı hiç de uzak gelmiyor. Ayrıca konuyla ilgili çok ciddi bir araştırmaları ve dayandırdığı belgeler var. 

24 Mart 2017 Cuma

VAKİT HAZAN - ASLI E. PERKER

Aslı Perker’in daha önce Sufle’sini okuyup çok beğenmiştim. Cellat Mezarlığı ne zamandır okumak istediğim bir kitaptı ancak yazarın yeni kitabı çıkınca onu erteleyip önce Hazan Mevsimi’ni okudum.

Öncelikle şunu söyleyebilirim ki bu kitabın anlatımını daha somut daha olgun buldum. Sufle’deki içsel tahliller ne kadar vurucuysa Vakit Hazan’ın gerçekçiliği de o kadar kuvvetliydi.Eski dili çok yerinde,sıkmadan ustaca kullanmış yazar.Yaşam tarzları,dönemin modası,eğlenceler gibi pek çok veriyi de hikayenin içine usul usul yerleştirmiş.Hikayenin geçtiği zamanı çok iyi yansıtmış.Fatih ve Nişantaşı gibi semtlerin ayrımını, lodos yüzünden Şirket-i Hayriye’nin çalışmamasını garipsemiyoruz tabii.

Hikaye 1920’lerin başında geçiyor.Milli Mücadele yılları,İstanbul işgal altında. Yabancıların gelmesiyle değişen bir günlük yaşam var toplumda. Modernleşmeyi savunanlar,feminist hareketler,gazete haberleri her biri dönem için ayrı veriler.Yazar bunlar için ciddi bir ön araştırma yapmış.

Ana karakter Handan küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Babası ileri görüşlü bir devlet adamıdır. Kızını Darülfünun’da okutur. Yazar Handan ‘ı dönemin çelişkilerinden bağımsız yaratmaz. Handan, Halide Edip’e hayrandır. Onun Sultanahmet mitingini dinleyip çok etkilenir. George Elliot kitapları okur. Milli Mücadeleciler ve statükoyu savunanlar ile modernite ve geleneksellik arasında kendi yoluna bulana kadar bir karar vermeye çalışır.

Annesinin feminist bir hareketin içinde olduğunu ancak genç kız aklıyla fark eder. Aslı Hanım, Handan’ın annesi üzerinden Fatma Nesibe Hanım ve onun Beyaz Konferanslarını da anmış. Kadın mücadelesinin en önemli isimlerinden biri olan Fatma Nesibe Hanım üniversiteden hocam Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi kitabında da geniş yer bulur. Çok iyi bir akademik çalışmadır.

Kurgudan bağımsız kitapta geçen gerçek isim ve olaylar isteyene başka kapılar da açacaktır.

Özetle çok lezzetli bir tarihi-kurgu yaratmış yazar. Ben okurken çok keyif aldım. 

22 Mart 2017 Çarşamba

KARABASAN - WULF DORN

Bir önceki yıl yoğun kalabalığın yol açtığı çarpıntılarımdan sonra Wulf Dorn’un hatırına bile geçtiğimiz Tüyap kitap fuarına gitmek istememiştim. Sağolsun arkadaşlarım benim için son kitabı Karabasan’ı imzalattılar. Sonrasında da kulüpte okuyup tartıştık.
Diğer Wulf Dorn kitapları gibi bir iki günde şıp diye okunacak bir hikaye aslında ancak bizim beklentimiz çok yüksek olduğundan yeterince tatmin edici olmadı.
Ben yazarın daha önce Oyunbaz’ını okumuştum dolayısıyla çıta benim için çok yüksekteydi.Zaten Oyunbaz kurgusu itibariyle de okuduğum en iyi  polisiye kitaplardan biri. Karabasan ona erişebilecek bir kitap olmamış. Kötü mü ; kesinlikle değil, daha gerilimli ve adranalini yüksek bir anlatım bekliyorduk.

Diğer taraftan kapak tasarımından dolayı yayınevine kızmıştım ancak orijinal Incubo’nun da kapağı aynıymış. Muhtemelen içerikte o resmin bir  anlamı olduğu için onu kullanmak istemişler ancak yazarı Wulf Dorn olmasaydı bu kapak tasarımıyla kitabı alacağımı hiç sanmıyorum. Bence uluslararası alanda kötü bir tercih olmuş.

21 Mart 2017 Salı

DAISY JAMES - CHİCK LIT

Arama motorları bazen çok şeker tesadüflere yol açıyor. Henry James’in Daisy Miller kitabını arattığımda karşıma Daisy James ismi çıkmıştı. İngiliz bir Chick-Lit yazarı keşfetmiştim.Normalde pek tercih etmediğim bu tür benim için gerçekten bir kurtarıcı oluyor bazen. Çok bunaldığımda eskiden bir Julia Roberts veya Meg Ryan seyretmek bile iyi gelirdi.Uzun zamandır romantik – komedi filmleri de çekilmiyor.


Bu tarz kitapları okuması rahat ve sürükleyici olduğundan ben genelde İngilizceden dijital olarak okumayı tercih ediyorum.Diğer türler gibi beni zorlamıyor. D&R veya Amazon’ gibi sitelerden e-kitap formatında alıp okuyucuma indiriyorum.

Daisy Miller, İngiltere’de popüler bir yazar. Yorkshire’da eşi ve oğluyla yaşıyor.Romantik,akıcı bir üslubu var.Kitaplarında edebi bir derinlik yok ama çok eğlenceli.Bu türe meraklıysanız veya ne okuyacağınıza karar veremediğiniz bir gününüzdeyseniz tavsiye ederim.

24 Şubat 2017 Cuma

MALTA ŞAHİNİ - DASHIELL HAMMETT

Bir süredir kulüpte özellikle türün klasiklerine eğilmeye çalışıyoruz.Şubat seçimlerimizden biri bu sebeple Dashiell Hammett polisiyesi oldu. Ben daha önce  Hammett’in ülkemizde yayınlanan kitapları hakkında (burada)  yazmıştım.
The Maltese Falcon yani Malta Şahini yazarın en bilinen eseri. Kara Roman akımın ilklerinden sayılan kitap Humphrey Bogart’ın Sam rolünü oynadığı Kara  Film döneminin de en iyilerinden biri olarak kabul ediliyor.
Ben kitabı Parantez Yayınları'nın eski baskısından okudum.Şimdilerde Everest ‘den daha yeni baskıları bulmak mümkün. Tek oturuşta 2 saatte okunacak bir macera olan Malta Şahini, özetle Dedektif  Sam Spade'in kendisine gelen başı belada bir kadına yardım etmesini anlatıyor. Çok tipik özellikleri olan Sam daha sonra pek çok yazar için dedektif kahramanları oluşturmada model alınacak bir figürdür.

1894 Maryland doğumlu yazar, adını annesi Annie Bond Dashiell’den soyadını ise babası Thomas Hammett’ten alır. 13 yaşında okuldan ayrılıp gazete satıcılığı,tezgahtarlık gibi işlerde çalışır.Boş vakitlerini Baltimore Halk Kütüphanesindeki kitapları okumaya ayıran Hammett 21 yaşına geldiğinde sonradan yazacağı hikayelere ilham kaynağı olacak ,Pinkerton Ulusal Dedektiflik Bürosuna girer.
Hammett’e bu arada Dünya Endüstri İşçileri Birliği’ne liderlik eden kişiyi öldürmesi için para teklif edilir.Hammett teklifi kabul etmez ama adam kısa süre sonra öldürülür. Zan altında kalmak istemeyen Hammet 1.Dünya Savaşı’nda yer almak üzere orduya katılır.Ancak verem olur ve savaşı hastanede tedavi olarak geçirir. Savaştan sonra yazmaya geri döner.Muhalif kişiliği ve alkole olan düşkünlüğü kitaplarına da yansır. İlk öyküleri Black Mask adlı dergide yayımlanmaya başlar.
1931 yılında Amerika’nın ilk kadın drama yazarlarından Lillian Hellman ile fırtılanalı bir ilişkiye girer,beraber yaşamaya başlarlar.Nazizmin etkisindeki Avrupa’ya çok üzülen Lillian ,İspanya iç savaşına destek olmak için İspanya’ya gider. Hammett ‘da Pearl Harbor’dan sonra tekrar orduya katılır. Ateşli bir solcudur.Savaş yıllarını sağlık sorunları sebebiyle asker gazetesi çıkartarak geçirir.

1951’de başkanı olduğu Medeni Haklar Kongresi’ne bağışta bulunanların isimlerini açıklamadığı için 6 ay hapis yatar.50’li yıllar boyunca Komünist Parti ile ilişkisinden ötürü Amerika’ya Karşı Faaliyetler Komitesi tarafından soruşturulur. McCarthy engizisyonundan ziyadesiyle nasibini alan Hammett’in mal varlığına el koyulur.Mahkemeler,soruşturmalar devam ederken 1961’de akciğer kanserinden öldüğünde  Lillian’ın tabiriyle bir kravat alacak parası dahi yoktur. Muhbir denilmesindense hapis yatmayı göze alan Hammett arkasında 67 öykü ve 5 roman bırakır.

Sevgili Erol  Üyepazarcı'nın bize Pera buluşmasında anlattığı gibi Hammett polisiyeyi sokağa çıkartııp ,suça bir neden vermiştir. Hard boiled denilen türün ilk temsilcisidir.Bu terim dedektif yada kahramanın karşılaştığı olaylar sonucu katılaşması sert bir mizaca dönmesini anlatır.Kinizm ve alaycılık bu türün kahramanların en belirgin özelliğidir ki Sam Spade’e bu ifadeyi çok güzel yerleştirir. Bu tür polisiyelerde adalet beklenmez,çünkü adalet dağıtıcılar da yozlaşmadan nasibini almışlardır. Herkes her an suçlu olabilir. Suçlu ile masumlar arasındaki çizgi çok incedir. Sıradan bir ev hanımı da bir anda bir cinayet işleyebilir. Hammett dönemini çok iyi tahlil etmiş bir yazardır. 20’ler Amerikasında ,ekonomik buhranların ve savaşın gölgesinde yazdığı kötümser hikayeler  toplumu çok iyi yansıtmaktadır. Onun hikayelerinde gereksiz detay yoktur. Konuşmalar kısa ve nettir. Kendi tabiriyle “avam” ın yazarıdır. Anlaşılır dili ile metinleri uzatmaz.Karakterler yalındır.


10 Ocak 2017 Salı

DEVİR - ECE TEMELKURAN

“Bazı yazarlarım var benim.Hani ne yazsa okurum derim ya Ece Temelkuran onların en başında gelir.Eleştiririm,ama başkasına  laf söyletmemJ” yazıp bırakmışım yaklaşık 1,5 sene önce taslaklara. 
Sonra bir sürü şey oldu,benim elim bir türlü Devir hakkında bir şeyler yazmaya gitmedi. 

Bana hangi kitabı diye sorsalar cevabım hala “Muz Sesleri” olur. Kitaplarını imzalatırken kendisine de söyledim, “bunu söyleyen bir iki kişi oldu şimdiye kadar” dedi. Okuyalı yıllar olmasına rağmen kampa dikilen o portakal ağacını; doktorun kızına yazdığı mektupları hatırladığımda hala yüreğim sıkışır. Şatilla kampındaki dram Muz Sesleri’nden sonra başka bir farkındalık yaratmıştı bende.
O yüzden Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ın onu geçmesi çok zordu.Edebi teşbihleri çok daha fazla olmasına rağmen,kadını anlatmasına hele ki Ortadoğu’da kadını anlatmasına rağmen  benim yüreğime onun kadar dokunamamıştı.

Devir’le ülkemize, Türkiye tarihine geri dönmüş yazarımız.Konusu çok vurucu olmasına rağmen 12 Eylül dramlarını belki çok okuduğumdan gene aynı düşüncedeydim.Ama ben okuduğumda ülkemde henüz 30’a yakın patlama,saldırı,binlerle ifade edilen ölü sayıları yoktu.
Biz ölüm kendi coğrafyamızdan uzak olunca sanki hiç yokmuş gibi davranan benciller de ülke tarihini hasbelkader kulaktan dolma hikayelerle masal dinler gibi dinliyoruz işte. Kendi kuyruğunu kovalayan kedi gibi kendi tarihimizin etrafında dönüyoruz. 
Dünün ekmek,eşitlik özgürlük diye mücadele eden “anarşistleri” bugün gıda özgürlüğü ,temiz enerji,LGBT ve kadın hakları diyen “vatan hainleri” yarın uzay araştırmaları engellenemez diyecek Z kuşağı hep aynı şiddete maruz kalacak bu gidişle.Bu coğrafyada yaşayanlar ne zaman sadece insan oldukları için hatta genişletiyorum “canlı” oldukları için korunup dikkate alınacaklar. 
Devir’le Ece Temelkuran 80 ihtilaline giden süreci Ali ve Ayşe’nin çocuk gözünden dilsiz kuğuları simgeleştirerek anlatmış. Ya biz ? Biz bugün hangi sürece gidiyoruz. Meclis Tv’nin yayın vermediği oturumlarda bu ülkenin geleceği konuşuluyor,bizim geleceğimiz konuşuluyor.Kavga gürültü içinde değiştirilen maddelerden çoğunluğun haberi bile yok. Kuğular uçarsa bu ülke kurtulur sanan çocuk masumiyetine ne kadar ihtiyacımız var bizim. Bu bedeller ödenmesin diye kaç kuğu uçurmamız gerekecek.
Meclis önünde en temel itiraz haklarından yoksun bırakılıp kolluk kuvvetlerince şiddete maruz kalan “vatan hainleri” siz kimsiniz ki bu ülkeyi onlar kadar sevdiğinizi iddia ediyorsunuz.(!)

“Hayal Yıkılınca hepimiz başkentin ortasında da dursak mülteciyiz” diye yazmıştı Düğümlere Üfleyen Kadınlar'da.Bu da bizim "Devrimiz" işte..
Üzülüyorum,çok üzülüyorum…..