İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2020 Cuma

KIYMETLİ ŞEYLERİN TANZİMİ - SEZEN ÜNLÜÖNEN





Kıymetli Şeylerin Tanzimi bir ilk roman. Sezen Ünlüönen 1987 doğumlu.  Eskişehir’de büyümüş. Üstün zekâlı öğrencilerin okuduğu Türkiye Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi’nin sınavını kazanmış, başarıyla mezun olarak  Harvard Üniversitesi’ne tam burslu kabul edilmiş. Edebiyat ve felsefe hep ilgi alanıymış.

Kitap özetle bir aile hikayesini anlatıyor.İlk bölümde bir yemekte tanıdığımız aile bireyleri sonraki bölümlerde birer hikaye öznesi haline geliyor. Aileden olmayan sadece Mert’in sevgilisi Gülendam. Annesiz büyümüş kendini bulmaya çalışan utangaç bir kız.
Ailenin yaşı daha ilerideki bireyleri "toplum ne der" bakış açısındayken daha genç olanlar kendi toplulukları içinde dışarıda kalanları küçümsüyor. Evin küçük kızı Nazlı  da hayatı kendince bir sözlük oluşturarak yorumluyor. Hayat muhasebeleri,aile içinde kalan sırlar,dedikodular.
Aralarda okuduğumuz Yurttan Sesler Korosu toplumun iç sesi olarak bölümleniyor kitapta.
Ward Hunt Buz Sahanlığı ise bildiğimiz üzere eriyor. O hareketlendikçe aile içi dinamikler de hareketleniyor. Ayrıca bazı bölümlerin altına çizilen illüstrasyonlar da anlatılan birey ile ilişkili düşünülmüş.
Kıymetli Şeylerin Tanzimi bir süredir kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Kendini bu kadar tatlı tatlı okutacağını bilseydim daha önce okurdum J

26 Aralık 2018 Çarşamba

SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM - LATİFE TEKİN


Daha önce iki kitabına başlayıp yarım bıraktığım Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölümü’nü kulüp motivasyonuyla bitirebildim. Okuması kolay bir metin değildi ancak bende bıraktığı lezzet için değermiş diyebilirim.Maalesef ön yargımdan geç okudum.

“Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkar ve baskıların bin çeşidi. Kente ayak uydurmak için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır. Keşke onu daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim.”
Arka kapakta yer alan bu cümleler Latife Tekin'e ait. Otobiyografik özellikler taşıyan Sevgili Arsız Ölüm yazarın 1983’de yayımlanan ilk kitabı. Türk Edebiyatının büyülü gerçekçilik akımının ilk örneklerinden biri kabul ediliyor ve Yüzyıllık Yalnızlık'la karşılaştırılıyor.
Ne Atiye Ursula ne de Alacaüvek  Maconda kadar gerçeküstü ancak Anadolu’nun şamanik adetleri ve korkuları ile örfi geleneklerle karman çorman olmuş dinsel inançlar öyle büyülü bir atmosfer sağlıyor ki yıllarca süren yağmurlar yağmasa da alttan alta gerçeklerin dan diye vurduğu masalı büyülü gerçeklik gibi okuyoruz.  
Dirmit ailenin okuyan tek çocuğu biraz Latife Tekin’in kendisidir. Sorgulamaları yüzünden Cin’lidir,arkadaşı yoktur. köydeki tulumba, kuşkuş otu, rüzgâr, kar, yıldız ve ağaçlarla dertleşir. Meraklıdır.
“Köye gelen çerçiye, çadır açan çingeneye ‘Komünist ne?’ diye sordu. Atiye, oklavayı çekip Dirmit’in peşine düştü. Bir ağılın başına kadar kovaladı, bir taşladı. Yalvarmayla ağlamayla kızını bu meraktan kurtaramayacağını anlayınca, ‘Aha komünist, geberesice,” diye ona bulutları yara yara köyün üstünden geçen bir uçağı gösterdi. Dirmit annesine inandı, ‘Komünist’i uçak sandı.”
Gelenekler,inançlar,köyden kente göç,yoksulluk,kadın erkek eşitsizliği gibi pek çok alt metin barındıran Sevgili Arsız Ölüm Atiye’nin Azrail ile kavgasında isim bulmuş.
Kitabın tek kişilik oyunu  Dirmit ismiyle sahneliyor. Nezaket Erden tarafından oynanan oyunun yorumları oldukça olumlu.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

MAUS - ART SPIEGELMAN

Alışılagelmiş çizgi romanların aksine Maus ‘un yazınsal yönü ağır bastığı için grafik roman tanımlaması ona daha çok uyacaktır. Siyah beyaz oluşu konunun trajedisiyle birleşince  hakikatten sarsıcı bir okuma yapıyorsunuz. Holokost'un ticarileşmesi antipatisine karşın bu romanın gerçekliği,bir anda alıp okuyayım diyemeyeceğiniz,insanlık suçunu gelip yüzünüze vuruyor.

Art Spiegel önce ırkçılık karşıtı bir çizgi roman çizmeyi düşünür. Afrikalıları "fare", Ku Klux Klan örgütünü de "kedi" olarak çizecektir.Ancak sonrasında anne ve babasının da içinde olduğu Yahudi soykırımını anlatan hikayede karar kılar. İşe babasıyla uzun röportajlar yaparak başlar bunları kaydeder. 
1972 yılında başladığı çalışmaları, 80’de Raw dergisinde yayınlanır ve büyük ses getirir.86 yılında grafik roman olarak ilk basımını yapar.Hikayenin bütün bölümleri  91’de tek kitapta toplanır ve şimdiki haline ulaşır.Maus 1992 yılında Pulitzer'i alarak ödüle layık görülen ilk çizgi roman olur.

Kitaba Maus isminin verilmesinde de ince bir hiciv var;zamanın Alman politikasına bir gönderme yapıyor.Kitapta 1930’ların Almanyasında yayınlanmış bir makale alıntılanmış. Disney’in yarattığı Mickey Mouse’ın idealize ettiği karakterlerin pis bir fare olduğu ve Yahudi  Walt Disney’in insanlığı aşağıladığı belirtiliyor.
"Miki Fare şimdiye kadar yaratılmış en sefil kahraman...Her bağımsız delikanlı ve her saygın gencin sahip olduğu sağlıklı duygular,hayvanlar dünyasının bu en büyük mikrop taşıyıcısının,bu pisliğe ve iğrençliğe bulanmış haşaratın ideal hayvan tipi olamayacağını anlatır...Yahudilerin insanlara kaba saldırısına son!Kahrolsun Miki Fare!Gamalı Haç takın".
             -gazete makalesi,Pomeranya,Almanya,1930'ların ortası




Kitabın kahramanlarına baktığımızda da Yahudiler fare,Naziler ve Almanlar kedi olarak çizilmiş.Polonyalılar domuz,Amerikalılar köpek,İsveçliler geyik,Çingeneler ise güve.
Bu benzetmelerle Spiegelman Polonya’da çok büyük tepki görür,domuza benzetilen Leh’ler  2001 yılında kitabı yakarak protesto ederler. 
Spiegelmanlar toplama kampına götürülmeden önce beş yaşındaki oğulları Rysio’yu teyzesinin yanına gönderirler. Ausschwitz’den kurtulabilen çift oğullarını geri almak istediklerinde onun ölmüş olduğunu öğrenir.Anja’nın kardeşi Yahudi oldukları öğrenilince yakalanacakları korkusuyla ailesini ve Rysio’yu zehirlemiştir.Yeni doğan erkek çocuklarına Arthur İsadore adını verirler ancak zaman içinde Arthur ismini Art’a çevirir. 

Anja oğlunu ve kampta yaşadıklarını unutamamıştır. Art 20 yaşına geldiğinde intihar eder.Art babasından annesinin toplama kampında yaşadığı acıları anlattığı günlükleri ister.Babasının günlükleri yaktığını öğrendiğinde ise çok büyük tepki gösterir.Biz hikayeyi anne olmadığından babadan dinleriz.Bir anlamda baş karakter Vladek Spiegelman denebilir.
Art babasını anti-semitist yayınlardaki gibi huysuz ve cimri olarak karikatürize etmiş,yeni eşi Mala ondan çok çekiyor ve Artie babasıyla çok geçinemiyor. Oysa kampta yaşadıkları ve açlık onu bu psikolojiye getirmiş,hiçbir şeyi atamıyor.


Kendisi için çok zor olan bu otobiyografik çalışmayı oluştururken defalarca bırakmış,depresyon dönemleri olmuş.Fazla gerçek olan bu hikaye ancak metaforlarla,simgelerle  ifade edilebilirdi sanırım.Kendisini çizdiği 176.sayfa onun psikolojisinin özetini de veriyor aslında.

Öte yandan bu kitabı bu kadar etkileyici kılan, Spiegelman'ın karakterleri son derece basit çizmesi.Gözlerde ifade yok,şaşırma ,korku,acı tüm hisler yazı ile verilmiş.Bir anlamda okuyucuyu metinlere odaklamak istemiş.Persepolis'in yaratıcısı Marjene Satrapi'ye de esin kaynağı olan Maus'u okumadıysanız  mutlaka mutlaka okuyun,çizimlerine saatlerce bakın.

24 Temmuz 2014 Perşembe

DELİDUMAN - EMRAH SERBES

Kitap Kardeşliği ile bu ay Deliduman'ı okuduk.Emrah Serbes kitapseverler arasında dokunulmazlığı olan bir yazar. Vardır illaki ama “sevmiyorum” diyen bir yoruma henüz ben rastlamadım.
Gezi sürecinde aktif bir yaklaşım sergileyen Emrah Serbes “hürriyet için öksüren çocukları yazıyorum” diyerek bize gelecek olan romanın sinyallerini vermişti.Öncelikle yazarın üslübunu ve anlatımını bir tarafa bırakarak hikayenin Gezi’ye entegrasyonuna değinmek istiyorum.Aynı şeyi Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi için de düşünmüştüm.Ben Gezi sürecinin bu kadar kısa sürede edebiyatlaştırılmasına karşıyım.Bana “bundan söz etmeliyim” sorumluluğundaymış gibi hissettirdiğinden herhalde kurguya katılmaya çalışılan eylem ayrıntılarını tam olmamış -eğreti buluyorum.Emrah Serbes’in zaten buna ihtiyacı yok ama süreci kullanan bir çok yazar için çabuk-tüket kültürünün bir pazarlama aracı haline geliyor.
Edebiyat illaki toplumsal olaylardan beslenecektir.Daha önceki politik-sosyal kırılım noktalarından nasıl etkilendiyse buralardan da etkilenecektir. Ancak kişisel olarak sürecin henüz sindirilmediğini ve erken olduğunu düşünüyorum.
Onun dışında sistemle sorunlu olan herkesin okumaktan keyif alacağı mikro ölçekte bir kıyı kasabasında Türkiye gerçeklerini görüyoruz. Kayırılma, bürokraside akrabalık ilişkileri, rant, betonlaşma, yıkılan sinemaların yerine açılan otopark gibi değişimin hep iyi bir şey olduğu algısının insanı kendi yaşanmışlıklarından nasıl kopardığını oradan başlayıp tüm ülkeye yayılan sistem sorunlarını bir ergenin serüveninde görüyoruz.

Bence Çağlar’la yazar çok güzel bir karakter yaratmış. Pek çok okuyucu gibi ben de onu Holden’a benzettim.Tarzı,bakışı,isyanı,aşkı,aileye sevgisi/öfkesi ve mizahı ile tam bir Emrah Serbes kahramanı .Henüz 9 yaşındaki bir çocuğun bile ünlü olma telaşı, güzellik algısının,toplumsal kabulün daha ufacık bir kız için bile kilo ile ölçülmeye başlanması, Markofoni’den ,Kipa’dan alışveriş ,şöhretli jürilerden oluşan yetenek yarışması o kadar popüler kültürün yaşam alışkanlıklarını veriyor ki kahramanı Gezi'nin orta yerine atmadan, o ayrıntıları vereceğim diye kurguyu buraya bağlamadan yaratsaydı demeden edemiyorum. Bu bir Gezi romanı mı değil ama onun etrafında gelişen ve sonuçlanan bir konusu var. Sosyal medya ünlüsü olmak, çok tıklanmak, çok beğeni almak,adının başına TC koymak çok bugünden bir hikaye ki bunu yakalamak zaten Emrah Serbes’e yakışırdı. 
Bu arada kitabın kapak tasarımı Emanet Şehir'den tanıdığımız Berat Pekmezci'ye ait.Bir de kitabı okurken Michael Jackson'a bir selam gönderip şöyle Moonwalk'ı bir kere daha izleyin derim.Ben çok özlemişimJ
Kendi adıma ise bir sonraki romanının polisiye olmasını diliyorum. 

14 Eylül 2012 Cuma

İhsan Oktay - Descartes Meditasyonları ve Nietzsche


PUSLU KITALAR ATLASI

Kitabın kapağına 1996 diye not almışım. Son kitabı 7.Gün'ün çıktığını duyunca onu okumadan önce tekrar "Puslu Kıtalar Atlasını" okumak istedim. Kitabı o dönem okuduğumda daha çok isim vermediği "Descartes" felsefeleri üzerinde takılı kalmıştım. Şimdiyse o yazdığı büyülü masal dünyada daha çok vakit geçirdim.
Edebiyat severlerin atlamaması gereken bir yazar İhsan Oktar. Kitapla ilgili yorum arayanlar genelde tarihi-fantastik roman tanımlamalarını bulur ki yazar bu ilk kitabında düşsel bir dünyayı okuyucuya çok güzel hazırlamıştır. Hikaye 17.y.y. Konstantiniyyesinde  geçer ancak burası olağanüstü, düşündükçe var olan bir mekandır.
Kitap boyunca sıkça atıfta bulunulan filozof Rendekar’ın az buçuk felsefe okumuşlar  Rene Descartes ; Zagon üzerine Öttürmenin de aslında  düşünürün  Yöntem Üzerine Düşünceler’i olduğunu hemen anlar.
Bu büyülü dünyada Uzun İhsan Efendi rüyalara yatarak dünyanın atlasını çizer ve oğlunu gerçek bir macera yaşaması için cesaretlendirirken bu atlası ona verir. Bütün kurgunun var oluş nedeni aslında Uzun İhsan Efendinin düşleridir. Bu sebepten o ünlü söylemi romanda kahramana söyletir. “Düşünüyorum öyleyse varım” …
"Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar: Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Aslında bunlar "Meditasyonlara" atıf. Biliyorsunuz  Descartes felsefe tarihindeki ilk sistem kurucu. Belirlediği yöntemde yaşadığı dönemde bilim ve din uyuşmazlığı içinde tanrının evreni 6 günde yaratması gibi 6 günlük  meditasyonlardan faydalanır.

İlk önce kuşkuyu kullanır ve rüya örneğinden yararlanır.Rüya örneğine göre; uyanıkken neler hissedebiliyorsak, neler duyumsayabiliyorsak, rüyamızda da aynı şeylere maruz kalabilmemiz nedeniyle, şu anda uyku da mı rüyada mı olduğumuzdan şüphelenmemiz gerekir.

2.meditasyonunda, kötü cinin kendisini kandırmasından, bütün düşüncelerin bile kötü cine ait olması ihtimalinden yola çıkarak en azından düşündürüldüğünün gerçekliğine varır. Yani kandırılma ortamının varlığı kesindir, her ne kadar kandırılsa bile. O halde yanlış da düşünse, ortada bir düşünce mevcuttur ve bu da bir düşüneni gerektirir. Bunun sonucunda, “düşünüyorum öyleyse varım” diyerek “Ben”i oluşturmuştur. Kuşku duyan,anlayan, yadsıyan,isteyen,istemeyen düşünendir.Düşünen şeyi inceledikten sonra, bilgiye ulaşmaya yarayan şeyi bulur; anlık. Anlık, zihinde beliren ideaları tasarlayarak, çıkarsamalar yaparak yargı’lamaya yönelir. Anlık, ruhun özü olan düşünme yetisinin doğal ışıkla aydınlanmış, bilgiye yönelen aktörüdür. Yine Descartes’e göre varlığın doğru bilgisine duyu deneyimiyle ulaşılamaz. Çünkü onlar, rüya örneğinde de belirtildiği gibi, bizi aldatır ve yanıltır.Ünlü soba örneğindeki gibi yanına oturduğumuzda o sıcaklıktan biz istemesek de etkileniriz ve bu etkinin maddenin doğasından geldiğini düşünürüz ,yargılamayız,üzerinde düşünmeyiz yani gerçek kabul ederiz

3. ve 4.meditasyonda kuşku duyulmayacak şeylerden bahsederken tanrıya varır. Hem dönemi gereği kiliseye hoş görünecektir ki bu sonrasında başta Nietzsche tarafından pek çok filozof tarafından eleştirilmiştir hem de maddesel şeylerin ilkelerini bulabilecektir. 

5.meditasyonda Descartes metafiziğinden fiziğine doğru bir köprü kurar ve bir tasnif yapar.açık-seçik olanlar, olmayanlar. Bunlar uzunluk, genişlik, derinlik, sayı, büyüklük, şekil, cisimlerin konumu ve hareketidir. Bunların dışında kalan ve duyuların algılarına hizmet eden; renk, koku, tat vs. gibi nitelikler ise hor görülür, küçümsenir.Yıldızların uzaktan küçük göründüğü örneklerinde de vurgulandığı gibi, bu özellikler, yanıltıcıdır. Doğruya matematiksel yöntemle ulaşılıp   kavranabilir. 

6.meditasyonda ise, duyulardan gelenlere düşünce aleyhine bir darbe daha indirir ve nesnelerin duyumsal imgelemleri olmasa da durumun değişmeyeceğini söyler. Buna ek olarak, düalizme vurgu yapar. “beni ben yapan ruh, beden olmadan da var olabilir” der. Maddesel bedenle, ruhsal düşünce birbiriyle birlikte bir bütün oluşturur ve sürekli etkileşim halindedir. Fakat bu gerçek, bedenin ruh karşısındaki acizliğinin görünmesine mani olmaz. Beden, içinde bulunduğu cisimlerin etkileriyle duygulanışlar gösterir ve bu duygulanışlardan tutkular, istekler ve duygular zuhur eder. Bedene gelen bu izlenimlerin ruhu etkilemesi ise, vücutta yayılan sinirler aracılığıyla beynin uyarılması ve onun da ruhu devindirmesiyle olur. Böylece bir düşünme tarzı olan duygular, dış dünyanın ruha dayattığı olumsuzluklar gibi algılanır.
Dini bilimle barıştırmaya çalışan bu modernite yöntemleri daha öncede bahsettiğim gibi en çok Nietzsche tarafından eleştirildi. Nietzsche, sabit duran ve değişmemiş gibi görünen bütün anlamları reddeder. Zira metafizik düşüncenin yarattığı “hakikat, apaçıklık, töz, birlik” gibi kategoriler, görünür ve elde olan dünyanın karşısına,  değerlerden oluşmuş, nihai bir amaç olan “öbür dünya”yı yaratır. Böylece görünür olan, duyuların mekanı bu dünya değersizleşir ve sönükleşir.Aynı doğrultuda “öbür dünya” övülür ve tanrısallaşır. O dünyaya ise sadece akılla ve aklın nasıl hakikate yöneleceğini söyleyen kurallara riayetle layık olunabilir. Bu durumda aklın sultasının altında kalmış bedenin ceremesini ise, bastırılmış duygular ve içgüdüler çekecektir. 

"Doğru olan bir şey yoktur,doğru kabul edilmesi gerekenler vardır"diyerek yine metafizik anlayışın bilgi kuramını eleştirmeye devam eder.Ona göre,kesin bilgi yoktur.Çünkü bilgiye ulaştığını varsayanların hepsi metafizik dayanaklarla yol almıştır.Eğer bilginin kesinliği yoksa kişiye ve yoruma göre değişmesi söz konusudur.
Nietzsche "gerçekler yoktur,yorumlar vardır" derken de ne kadar bakış açısı varsa o kadar doğru olduğunu göstermeye çalışır.

Onun Decadantı,nihilizmi ve düalizmi bir başka yazının konusu olsun.Daha önce okumamış arkadaşlar Puslu Kıtalar Atlasını bir de bu açıdan bakarak keşfetsinler.Keyif alacaklarına eminim.