YKY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YKY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2022 Cuma

KAYIP TANRILAR ÜLKESİ - AHMET ÜMİT


Yaklaşık 100.000 adımda bana eşlik eden, bir o kadar trafikte geçen bilmem kaç saatimi nispeten katlanılır kılan bir kitap .Ev işi ve ütüyü saymıyorum bile…

Bana mental anlamda çokça yardımcı olan podcastler ve storytel uygulamasından burada pek bahsetmemiştim

Beni üzen öfkelendiren yorgun hissettiren negatif duygularımdan uzaklaşıp odağımı “gerçekten” anda kalarak dinlemeye vermek beynimin güzel şeyler başarmış bir insan öyküsünden ilham almasını  yada alanında iyi birinin benim ilgimi çeken bir konu üzerinde bilmediklerimi öğretmesi çok iyi hissettiriyor. Hayata bir öğrenci gözüyle bakınca yapmadığın ödevlerden vicdan azabı çektiğin gibi okumadığın/okuyamadığın için kendini suçlu hissettiğin o kısır döngüde sesli kitaplar imdadıma yetişiyor.

Kayıp Tanrılar Ülkesi için mitolojik polisiye diyebiliriz. Pergamon Antik Kenti ile bağlantılı Berlin’e göçmüş bir aile ile ilişkilendirilen kurgunun dedektifi Almanya doğumlu orada başkomiserlik yapan Yıldız Karasu. Hikaye de zaten Berlin’de geçiyor. Ahmet Ümit’in değişmez karakterleri Nevzat Başkomiser ve Ali de kısacık da olsa finalde biz hala buralardayız diyor.

Roman cinayetlerin çözülmeye çalışıldığı bölüm ile Zeus ‘un kendi sesinden mitolojik hikayesini anlattığı bölüm şeklinde sırayla ilerliyor. Normalde ben olayı bir an önce öğreneyim diye yan hikayeyi atlaya atlaya okur sonra ona geri dönerdim J ama mitoloji tarihi, tanrı olma yolculuğundaki savaşları dinlemek sıkmadı. Polisiye Kurgu ise şaşırtmadı,tam tahmin ettiğim gibi hatta fazla uzatılmış bitti.

28 Temmuz 2020 Salı

ŞARK ŞEKERCİLİĞİ - FRIEDRICH UNGER


Bayram üstü tatlı tatlı okunacak kurgu dışı bir kitap. Osmanlı şekerciliği üzerine yapılmış en kapsamlı çalışmayı  bir şekerci ustası olan Friedrich Unger yapar.Unger Yunanistan’ın ilk kralı I. Otto’nun şekercibaşısıdır.1838 yılında Almanca yayımladığı “Şark Şekerciliği’ni 1835 yılında İstanbul’u ziyaret ettikten sonra yazar. Namını çok duyduğu helvacı ve şekercileri ziyaret etmekle kalmaz, tüm tarifleri, malzemeleri, en ince ayrıntısına kadar not eder.

İçinde de tarçınlı peynir şekeri, çağla reçeli, arşın helvası, mühürlü akide şekeri gibi bugün başka hiçbir kaynakta bulunmayan tariflerle birlikte 97 şekerleme ve tatlı tarifi yer alıyor.
Kitabın  önce 2003 yılında Mary Işın ve Merete Çakmak tarafından “A King’s Confectioner in the Orient” adıyla İngilizce çevirisi yapılmış.Elimizdeki kitap derlenip,dipnotlar ve açıklamalarla zenginleştirilmiş baskısı.

İçinde çok ilginç tespitler de var. Unger iki buğday tanesi büyüklüğünde misk ve dört buğday tanesi büyüklüğünde amberle hazırlanan Nevruz şerbetinin tarifini detaylıca verirken “Türkler bu şerbeti, memleketlerinde zaten gayet asabi olan tabiatlarına bakmaksızın sık sık tüketirler” diyor J

1 dirhem 3.207 gr, 1 okka 1,282 gr gibi burada kullanılan ölçülerin Bavyera’da kullanılan loth ve libre karşılıklarını da vermiş.

Kitaba göre Osmanlı’da şerbet hazırlayan esnaf birkaç sınıfa ayrılırmış. Bunlardan biri, ilaç olarak şerbet hazırlayanlar; diğeri, şekercilik zanaatine ait üreticilermiş. Bunlar gül, menekşe, ağaç kavunu, safran, salep, acıbadem gibi çeşit çeşit şerbetleri hazırlar,sokaklarda da karla soğutulmuş meyve şerbetiyle karışık su satılırmış. 

Kitapta yer alan bazı şekerlemeler günümüzde iz bırakmadan kaybolmuş: Çağla reçeli,koruk reçeli,menekşe reçeli gibi yapanı çok az olsa da duyduklarımın yanında adaçayı mazısı reçeli gibi hiç duymadıklarım var.
Lohuk şerbet (Fransızların fondan dediği),altın varakla kaplı nevruz şerbeti,arşın helvası,portakallı tarçınlı peynir şekeri gibi ancak burada okuyacağımız tarifler ; misk,afyon,amber,menekşe gibi kolay ulaşılamayacak malzemeler ancak bize genel kültür bilgisi...
Ez cümle çok keyifli.Şöyle eski usul bir şekercinin kapısından girmek istiyor insan.Benim aklıma da Hacı Bekir’den akide şekeri düşürdü ama bu pandemide kim gidecek şimdi oralara….

14 Temmuz 2020 Salı

KARASEVDALILAR - JAVİER MARIAS




María Dolz her sabah işe gitmeden önce kahvaltı ettiği kafede adeta onun için bir mutluluk timsaline dönüşen evli bir çifti gözlemlemeye başlar. Bu, onun için, sabahlara neredeyse daha kolay başlamanın bir yolu olmuştur. Ta ki uzun bir süre bu gözlemlerine ara vermek zorunda kalıp adamın bir meczub tarafından öldürüldüğünü öğrendiği güne kadar.

Şu cümlelerle hikayenin içine çekiliyorsunuz öncelikle. Konu itibariyle büyük bir aşk ve cinayet romanı olmasına rağmen , insan ruhunun bilinmezliği,bencilliği,tutkusu üzerine psikolojik alt metinleri var. 
Olay akışlarında detaya girmeden hızlıca akan hikaye daha çok olaya konu olan karakterlerin iç dünyalarının birbirini etkilemeleri üzerine şekilleniyor. 
Ana karakterlerden birinin isminin Maria diğerinin Javier olması tatlı bir ayrıntı. 
Beni okurken Marias’ın uzun cümlelerinden ziyade YKY’nın basım terci olan küçük puntolar ve soluk baskısı yordu. 
Javier Marias okuyanları en çok zorlayan onun paragraf gibi uzun ,parantez aralarıyla iyice detaylandırılan cümleleri. Aslında Oğuz Atay,Saramago okuyanların çoktan aşina olduğu bir yöntem:) Onun dışında keyifle okunacak bir edebiyat şöleni.

24 Aralık 2019 Salı

SÜT UYUYUNCA - ARTUN ÜNSAL





Artun Hoca’nın bu kitaplarında 2002’den beri gözüm vardı. O zaman büyük boy, ciltli, koleksiyonluk basılmıştı ve bir öğrenci için çok pahalıydı. Sonra  o serinin baskısı tükendi,daha küçük boyutlu ve ciltsizleri yayınlandı. O arada alternatif daha birçok yayın çıktı.Geçenlerde bir konuda araştırma yaparken gene referans olarak verilince ben de o büyük boyutlu ansiklopedi gibi şahane fotoğraflı baskıların bir daha yayınlanmayacağına artık kanaat getirip bu baskılara razı oldum.

Süt Uyuyunca eğer merakınız varsa arşivlik bir kitap. Türkiye’nin belli başlı peynirlerini,özelliklerini,hikayelerini  çok güzel bir dille anlatıyor. Özellikle peynir seven ve peynir kültürüyle ilgilenenler için  kaçırılmayacak bir kaynak.Kendi adıma çok yararlandığımı söyleyebilirim.


23 Nisan 2019 Salı

IZA'NIN ŞARKISI - MAGDA SZABO


Geçtiğimiz ay çağdaş dünya edebiyatının önemli isimlerinden Magda Szabo’yu okuduk. 1917 Macaristan doğumlu Szabo Avrupa Edebiyatı'nın da en önemli yazarlarından biri kabul ediliyor.

Szabo, Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı yazılarından dolayı sakıncalı kişiler listesinde yer alınca yazılarına ara vermek zorunda kalır.Öğretmenlik yaptığı bu dönemde yazdığı Fresco 1958 yılında yayımlanır ve hem ulusal hem de uluslararası çapta önemli bir çıkış yakalar. Bu başarılı çıkışın ardından 'Yavru Ceylan', 'Iza'nın Şarkısı', 'Kapı' ve 'Katalin Sokağı gelir. Szabo; otobiyografik unsurlar taşıyan ve baş yapıtı kabul edilen 1987 tarihli Kapı ile Fransa'nın saygın ödüllerinden olan 2003 Prix Femina Etranger ödülünü alır.2007 yılında 90 yaşında öldüğünde kitapları 30’dan fazla dile çevrilmiş yazarın kitaplarını bizde YKY'da bulmak mümkün. 

İza’nın Şarkısı’nda hikaye Macar topraklarında geçiyor.Ancak kuşak çatışması,taşra hayatı-büyük şehir ikilemi gibi evrensel  bir kurgusu var. Okurken empati kurmamak mümkün değil. Evlat olma kavramı, anne olma rolü. Sonra iletişimsizlik.

İza’nın soğukluğu aslında kendini koruma güdüsü.Yoksulluktan gelip doktor oluyor,saygı görüyor , ailesi için iyi şeyler yapmaya çalışıyor. Anne yıllarca eş olarak görev bilinciyle çalışmış,şimdi rahat etsin diye oyalanacağı işlerin elinden alınması onun içe kapanmasına neden oluyor.Yaşlıların eski alışkanlıklarını, eşyalarını bırakmaları duygusal olarak ağır olabiliyor. Sanki hatıralarını bırakıyor.İza’nın bilerek kırgınlık yarattığı şeyler değil ama özünde iletişimsizlik var.
Szabo’nun akıcı,tertemiz anlatımıyla beni en az McEwan’ın Kefaret’i kadar etkiledi diyebilirim. 



28 Aralık 2017 Perşembe

SİYAH KOKU - GÜLAYŞE KOÇAK

Yerli distopya okudukça yakın gelecek endişe seviyem yükseliyor. Hikaye, bize pek tanıdık Bizistan adlı bir yerde,muhtemelen çok uzak olmayan bir gelecekte geçiyor.Su kaynakların tükendiği su savaşlarının yapıldığı bir dönem. Yiyecekler endüstriyel, içecek ihtiyacı haplarla karşılanıyor. İnsanlar sağlıksız, gençlerin bile yüzleri kırış kırış. Yaşam ömrü kısalmış.

Doğal kaynakların kuruduğu, kişi başına düşen su tüketiminin kotaya bağlı olduğu, hükümetin gelir elde etmek için Bedensel Kaynak Yasasını çıkartıp organ bağışını genç-yaşlı ayrımı gözetmeden zorunlu kıldığı bu dünyada insanlar dev püskürtücülerle havaya salınan ilaçlarla sakinleştiriliyor.

Bizim Güzin Abla’ya benzer bir iş yapan Mine bir gazetenin Zeyda Teyze köşesini yazıyor. Şehirler arası bir otobüs yolculuğunda Tuncay’la tanışıyor ve aralarında bir ilişki başlıyor daha doğrusu kitap boyunca bir türlü başlayamıyor.Aslında distopik konunun önüne geçen bu ilişki romanın merkezinde hastalıklı bir şekilde uzadıkça uzuyor.

Sistem, ekonomi, kapitalizm, savaş, vicdani ret,ötekileştirme, cinsiyetçilik, ırkçılık gibi altı çok doldurulabilecek konular bu çiftin kavgalarının arasına sıkıştırılmış beylik cümlelerin ötesine geçemiyor.


Distopik konusu ilginç fakat sonu bir türlü toparlanamamış bir roman olmuş Siyah Koku. Gene de türün ilginç örneklerinden biri olarak bu ilişki sarmalından sıkılmam derseniz okuyun.Ben hiç bir yere varmayan ilişkilere tahammül edemediğimden çok sıkıldım, bitirene kadar elimde süründü.

1 Eylül 2016 Perşembe

ÇOCUK YASASI - IAN MCEWAN

Çocuk Yasası ,Kefaret’ten sonra okuduğum ikinci McEwan kitabı. Ne anlatsam ne kadar övsem nerelere koysam bilemedimJ Aylardır birikmiş yorumlanmayı bekleyen kitapları aşıp bu hafta okuduğum Çocuk Yasası’nı hemen paylaşmak istedim.

Yüksek Divan Aile Hukuku Dairesi’nin başarılı ve ünlü hakimlerinden Fiona Maye’nin etrafında şekillenen hikaye çok katmanlı ilerliyor. Konuyu ilginç kılan ise hakimin önüne gelen davalar ve bunlarla ilgili verdiği  kararlar. Okulda Anglo Sakson Hukuku’nun genellikle içtihatlarla yürüdüğünü kamu ve özel hukuk ayrımının olmadığını,bireyi ön planda tutan bir ekolle uygulandığını öğrenmiştik.

Fiona’nın baktığı davalar genellikle çocuk haklarıyla ilgili.Bu coğrafyadan bakınca bireyin/ergenin hasta hakları dahil ,inanışı,ait olduğu aile /cemaat değerlerine duyulan saygı karşısında eğilmemek mümkün değil. Bizde çocuğa verilen değere,uygulamalara, alınan önlemlere, kararlara girmek istemiyorum bile.İster istemez karşılaştırıyorsunuz işte.

Bizim için, inanışından dolayı kan almayı reddeden lösemi hastası Adam ve ailesine karşı hastanenin kan verebilmek için dava açması ne kadar şaşırtıcıysa ,ne kadar ehil olduğunu anlamak için hakimin mahkemeyi bırakıp hastaneye gitmesi de o ölçüde alışılmadık. Fiona buna göre bir karar veriyor. Sonrası McEwan’ın yeteneği tabii.

Kitap sadece Fiona’nın davalarından ibaret değil.Özel hayatındaki sorunlar,müzik tutkusu,aşk,nefret,ihanet,ölüm,din gibi hayata ve insana dair pek çok şeyi barındırıyor Hele ki müzikler şahane.Bu kısacık kitap o kadar dolu ki,tek kelimeyle ba-yıl-dm.

7 Ocak 2016 Perşembe

KIRMIZI ZAMAN - MİNE SÖĞÜT

Tarihimizde,hiçbir yerde eşi benzeri olmadığı söylenen bir cellat mezarlığı mefhumu vardır.Osmanlıda cellatlar genellikle sağır ve dilsizlerden seçilir,verilen emri yerine getirerek infazları gerçekleştirirlermiş.İnfaz edilenler gereken törenler yapılarak defnedilirken,cellatlar göçtüğünde halkın gömüldüğü mezarlara bile konmaz,şehrin en ücra en uzak yerine gömülür başına da yarım metre eninde 2 m yüksekliğinde üstü isimsiz,yazısız küfeki taşını koyalarmış.Bu mezarlıklar uğursuz kabul edildiğinden kimse buralara uğramaz,bu isimsiz cellatlar da tarihin akışı içinde unutur gidermiş.
İstanbul’da iki cellat mezarlığı olduğu söylenir.Biri Eğri Kapı civarında diğeri de Pierre Loti’nin biraz ilerisindeki Kar Yağdı Baba Tekkesi'nin oradadır.Çoğu ortadan kaybolmuş olmasına rağmen o tarafa yolunuz düşerse bugün bile diğer mezarlıklarla iç içe geçmiş tek tük cellat mezarlarıyla karşılaşabilirsiniz.

Kırmızı Zaman masalsı,mistik kurgusuyla hikayeye ortak ettiklerini bu cellat mezarlarında buluşturmuş.Balat’ın surları ,diğer alemden bu tarafa açılan kapıları,dehlizler,geçitler görmek ve inanmak istediklerimizle bütünleşmiş.Aslında açıklanınca perdesi kalkacak olağanüstü herşey kırmızı metaforuyla boyanıp bezenmiş, ortaya Mine Söğüt tarzı bir zaman hikayesi çıkmış.  

13 Haziran 2014 Cuma

YALAN SURELERİ - FİLİZ ÖZDEM

Veda Üçlemesi'nin son kitabını da paylaşıp okuduğum diğer kitaplara geçmek istiyorum. Çünkü bu arada okuduğum fakat buradan paylaşamadığım pek çok kitap birikti.
Bu sefer Sude’nin arkadaşı Gözde’nin bir saat otuz beş dakikada anlattığı hikâyesini okuyoruz. Aşk,ölüm,yalnızlık,yazamama üzerine beni mahveden bir anlatımla Gözde’nin ağzından onun hissettiklerini okurken bir taraftan Gözde’den dört kuşak önceki kadınların küçük biyografilerine yer veriyor yazar.İşte hep sorduğum o soru bir kere daha karşıma çıkıyor,fark etmeden bizden öncekilerin hayatlarını mı devam ettiriyoruz nesiller boyu.
“Bir insan hayatımızdan gidince, bu gidiş mutlak bir yok oluşla eşleşmiyor. Giden yalnızca o insan oluyor. Oysa onun bizim içimizde, kendimize has o mahrem coğrafyada bastığı yollarda açtığı gedikler, ayak izleri kalıyor. Ben onu özlemiyorum, ama içimde bastığı yerler hâlâ duruyor ve acıyor 
Hangimizde bu ayak izleri kalmıyor,hangimizin canı acımıyor.
Bana hiçbir söz vermedin. Ama bana ne çok söz söyledin sen. Geçtiğin bütün yollardan geçtim, ayak izlerine basmadan ve senin değişiminden kopya çekmeden. Nasıl bir eğri izlediğini gördüm. Bir melek nasıl yırttı kendini ve içinden nasıl bir şeytan çıktı. Senin kendini kandırışın oldum. İnsan, iftiraya dönüşmüş kendisinden nasıl kurtulur? İnsan paslı bir kapıya dönüşmekten nasıl kurtulur? Rüyalarımda batan çiviler gözlerimde kaldı. Çıplak ayaklarla beni karda yürümeye mecbur ettin. Tatlı bir uyuşmayla gözlerim kapanırken, üşümenin ülkesine kaymadığımın farkındayım. Arada bir yerdeyim, ne geri dönmem mümkün artık ne de oraya gitmekten alıkoyabilirim kendimi 
Nietzsche'nin dediği gibi "insanca pek insanca…

30 Mayıs 2014 Cuma

DÜŞ HIRKASI - FİLİZ ÖZDEM

Düş Hırkası,Veda Üçlemesi'nin ikinci kitabı.Filiz Özdem’in derin aktarımı beni etkilemeye devam ediyor.Ben çok duygulanarak okudum bu kitabı.Aslında ilk kitaptan bağımsız görünüyor ancak genel çerçevede hem bir veda hem de ilk kitapla bir dirsek teması sezdirdiğinden devam kitabı özelliği var.
Kitabın ismi Düş Hırkası. Düş Hırkasını bu hikayede Cevat giyiyor. Cevat’ın onu geçmişinden ve ait olduğu her şeyden sıyıran deliliği bize insan hikayeleri veriyor. O deliliğin tanık olduğu insanların iç dünyalarını okuyoruz.
Kitapta beni en çok Reyhan’ın duyguları etkiledi.Duygusal ve içine kapanık ancak içi çok gürültülü olan Reyhan’ın Cevat’la çocukluk anıları,başaramadıkları aşkları,yıllar sonraki duyguları, hayatla barışması...Bu duyguları vermek için sayfalar dolusu bir roman yazmaya gerek yokmuş dedirtti.
Öte yandan yazar politik duyarlılığını farklı açılardan vermeye devam etmiş. Bir yandan Hrant Dink’in öldürülüşünün ardından gösterilen toplumsal tepkiler,intihar bombacısı,eşcinsellik ,dindarlık gibi bu topluma ait olguların karakterler üzerindeki varoluş sıkıntılarını yazarken öte yandan ucundan köşesinden Sude’nin hayatına sızmış.  

28 Mayıs 2014 Çarşamba

KORKU BENİM SAHİBİM - FİLİZ ÖZDEM

Benim için yeni bir yazar daha. Kendisini dijital okuyucuma kitap ararken tesadüfen keşfettim. Oysa Filiz Özdem öyle üretken ki. Benim okuduğum Veda Üçlemesi’nin haricinde şehirler üzerine monografileri,şiir,roman,ve çocuk kitapları,Pier Paolo Pasolini, Luigi Malerba, Italo Calvino, Edmondo de Amicis ve Carlo Collodi’den çevirileri var.
Filiz Özdem, yazar popülerliğinin ticarileşmesi konusuna yapacağımız eleştiriler için en güzel örneklerden biri .Böyle kuvvetli ve duygusal yazan birini çok satanlarda göremiyoruz maalesef.
"Korku Benim Sahibim" Veda Üçlemesi’nin ilk kitabı. Hrant Dink’in teşvikiyle yazdığını söylüyor ve kendi köklerine de inişin bir uzamı olarak otobiyografik özellikler de taşıyor.
Yitirilen bir sevginin travmaları, baba şiddetinden hikayeci bir dedeye sığınılan çocukluk korkuları Sude’nin gözünden anlatılıyor. 
Çok sık kabus gören biri olduğumdan herhalde Sude ‘den ve onun duygularından çok etkilendim. Bir yıkım hikayesinde duygu yoğunluğunu bir insan bu kadar mı güzel verebilir. Çok sevdiği dedesinin Ermeni olduğunu öğrendiğinde köklerindeki kayıp insanların peşine düşüyor.Bir isim,bir mezar arıyor. Aslında kendini arıyor.
Kitabın kapağındaki dantel yazarın asıl ismi Gülünya olup sonra Ayşe olarak değiştirilen büyük ninesine ait bir yastık yüzü. Dikkatli bakıldığında kendi dinlerine ait simgeleri dantelin üzerinde görüyoruz ki kitapta da Sude yıllardır sırtını yasladığı yastığa daha anlamlı baktığında bunu fark ediyor.

27 Mayıs 2014 Salı

BEŞ SEVİM APARTMANI - MİNE SÖĞÜT

Mine Söğüt kitapları bir süredir kapaklarından dolayı dikkatimi çekiyordu. Bu tasarımların Bahadır Baruter’e ait olduğunu öğrenince daha da ilginç gelmeye başladı.Kendisini uzun yıllar Lombak köşesinden takip etmiştim.Çizimlerini pek beğenirim.Mine Söğüt’ün eşi olduğunu bilmiyordum. 
Hakkında genelde çok olumlu yazılar okuduğum Beş Sevim Apartmanı -Rüya Tabirli Cin Peri Yalanları listemdeydi. Pinuccia’nın yazar aylarında seçilince öne alıp bir çırpıda okuyuverdim .
Zaten çok yorumlanmış bir kitap o yüzden fazla ayrıntıya girmeyeceğim ancak ben Mine Söğüt tarzını çok sevdim.
Uçuk,kaçık,kendi dünyalarında gezen kahramanları okumak keyifliydi,merak uyandırıcıydı.
Masalları hala çok severim.O yüzden hikayelerini masal gibi kurup anlatan yazarlara bayılıyorum.Mine Söğüt bunu çok güzel 
başarmış.

Beş pencereli, beş odalı, beş acayip insanın oturduğu Beş Sevim Apartmanı'nda perdelerin arkasında tuhaf şeyler olup bitiyordu. Cinler aleminden gelenler, periler aleminden gelenler, cinperi aleminden gelenler, orada beş garip hikaye yazdılar... yazdılar... yazdılar.
Diğer kitaplarını da en kısa zamanda okuyacağım.

10 Eylül 2013 Salı

Çavdar Tarlasında Çocuklar-Jerome David Salinger


Kitap Kardeşliği-Eylül etkinliğinde okuduğumuz Salinger'in bu klasikleşmiş kitabı için açıkçası ne söyleyeceğimi bilemiyorum.Kitabin ilk basımı 1951'de yapıldiktan sonra Amerika'da müstehcen bulunup uzun yıllar yasaklanmış Ancak bizdeki çeviri daha usturuplu ( O da ne demekse).Dolayısıyla Türkçesinden okuyup objektif bir yorum yapmak güç.Ergen Holden'ın okuldan kovulduktan sonraki birkaç gününün anlatıldığı hikaye aslında oldukça samimi.Hayatı anlamaya çalışan Holden'ın memnuniyetsizlikleri,büyüklerin dünyasında irrite olduğu şeyler, anlaşamadığı arkadaşları, okuldan kovulması tam bir tutunamayan profili ile sonunda psikiyatri kliniğinde sadece uyum gösterenlerin yaşama devam ettiğinin öğretilmeye çalışıldığı Darwinist bakış açısında bu kitap bir klasik olmayı hak ediyor mu sorusuyla bitirdiğimde yazıldığı yıla göre değerlendirmek gerek diyerek kendi anti-tezimi oluşturuyorum.Peki öte taraftan bu kitap klasik adledildiyse gene Amerikan Edebiyatı üstadlarından Hemingway'e veya William Faulkner'e haksızlık etmiş olmuyor muyuz Sonuçta Gönulçelen bir "Çanlar Kimin için Çalıyor"  veya bir "Ses ve Öfke"değil.Sadece kendi içinde değerlendirdiğimde evet okunası bulduğum nedense bana yazar ve kitap isminden dolayı Ekim devrimi yıllarının kitaplarını çağrıştıran fakat sadece bunalım bir ergenin sorunlarıyla başbaşa bir okuma yaparken Holden'in benim de sevmediğim birçok şeyi kabullenmekte zorlandığını görüp ona sempati duyuyorum.Sanırım kitabın bunca yıldır bu kadar çok okunması ve tanınması okuyucunun kurduğu empati duygusundan.
Bu arada aramızda ördeklerin nereye gittiğini bilen var mı :)

9 Temmuz 2013 Salı

Dido'nun Trajedisi - CHRISTOPHER MARLOWE

Düğümlere Üfleyen Kadınlarda bu kadar çok Kartaca ve Dido geçince Christopher Marlowe’ye değinmeden olmazdı.
1564 Canterbury doğumlu Marlowe ‘nin ilk oyunu olduğu kabul edilen Kartaca Kraliçesi Dido 'yu Cambridge yıllarında yazdığı sanılmaktadır.
Ülkemizde Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Bütün Oyunları'nda Kartaca Kraliçesi Dido dışında Büyük Timur,  II. Edward, Doktor Faustus, Maltalı Zengin Yahudi (Size de Venedik Tacirini anımsattı değil mi),Paris Katliamı oyunları da bulunmakta. Edison ve Tesla arasındaki söylentilerin benzeri Marlowe ve Shakespeare arasında da var. Zamandaşı Shakespeare tarafından yazıldığı varsayılan bazı oyunların aslında Marlowe tarafından yazıldığını iddia ediliyor. Marlowe yarattığı oyunların yanı sıra sansasyonel hayatıyla da dikkat çekiyordu. Din eğitimi almasına rağmen toplum içerisinde Tanrı hakkında kaba ve küfürlü bir şekilde konuşmaktan hiç çekinmeyen koyu ateist oyun yazarı, aynı zamanda da eşcinsel eğilimleriyle biliniyordu. Marlowe'un bütün yaşamı gibi ölümü de büyük tartışmalar yarattı. Kimilerine göre arkadaşı tarafından para yüzünden çıkan bir tartışmada bıçaklandı, kimilerine göre ise I. Elizabeth'in yönetiminden -casusluk yaptığı da söylenir- kaçmak için bir oyun düzenledi ve Avrupa'ya taşındı. Marlowe'un gizemli sonu hakkında bilinen tek gerçek ise 1593’de yılında bıçaklanıp sonra da bir daha hiç görülmediği yönünde.
Marlowe ilk oyunu Kartaca Kraliçesi Dido'yu yazarken Vergilius'un Aeneas destanından yararlanmıştır. Ancak, yazarın destana sadık kaldığını söyleyemeyiz. Troya'nın yağmalanması Marlowe tarafından son derece kanlı sahnelenir. Oyunun başında yer alan Jupiter ve Ganymedes arasındaki cilveleşme sahnesi de Marlowe'un düşgücünün bir eseridir. Marlowe, ironik bir etki yaratmak amacıyla, oyunu bu çarpıcı sahneyle başlatır. Tanrıların tanrısı Jupiter,  işini gücünü bırakmış,  şarap sunucusu ile oynaşmaktadır. Kızkardeşi Juno ile karı-koca ilişkisi için­de olan tanrı Jupiter aynı zamanda genç ve yakışıklı bir genci armağanlarla baştan çıkarmaya çalışmaktadır. Evrenin efendisi tanrılar çarpık cinsel ilişkiler içindedirler. Jupiter'in karısı ve kızkardeşi Juno, şirret bir kadındır ve kıskandığı için küçük bir çocuğu öldürmeye karar vermiştir. Tanrıların habercisi Mercury ise görevini unutmuş, bir kenarda uyumaktadır. Birinci sahne, evreni yöneten tanrılar arasında giderilmesi güç anlaşmazlıklar bulunduğu ve bu durumun yeryüzündekileri olumsuz bir şekilde etkileyeceğinin kaçınılmaz olduğunu izleyiciye göstermektedir. Tanrılar katındaki ihtiras, yeryüzündeki ilişkilerde de önemli bir rol oynamakta ve bireyleri mantık dışı  (aşkları karşılıksız kalanların kendilerini ateşe atmaları gibi) davranışlara itmektedir. Jupiter tarafından Roma'yı kurmakla görevlendirilen Aeneas, Troya'nın yerle bir edilmesi bir karabasan gibi üzerine çökmüş,  çaresizlik içinde kıvranan, dostlarına ve annesi Venüs'e tümüyle bağımlı bir kişi durumuna indirgenmiştir. Yunanlılar tarafından yağmalanan Troya'dan kaçarken kendisinden yardım isteyen üç kadını Creusa, Kassandra ve Polyxena kaderleriyle baş başa bırakan Aeneas'ın tek başına hiçbir şey başaramayacağı düşüncesi baskındır. Troya'da yaşadıklarından ders almayan Aeneas, Dido ile olan ilişkisinde de dürüst davranmaz. Kendisini delicesine seven Dido'dan tanrısal görevini neden sakladığı bir türlü anlaşılmaz. Dido ise,  oyun başlamadan önce,  zamanının çoğunu kendisine uygun bir eş aramakla geçirmiştir;  çünkü,  Dido,  sorumlu bir Kraliçe olarak, Kartaca'nın geleceğini güvenceye almak istemekte, bu yüzden de, evleneceği kişiyi titizlikle seçmeye çalışmaktadır. Ne var ki, tanrıların müdahalesi sonucu kendisi ve Kartaca için hiç de uygun olmayan Aeneas'a gönlünü kaptırır. Görülen odur ki, Dido'nun yaşamı da, benzer bir şekilde, tanrılar tarafından keyfi bir tutumla yönlendirilmektedir. Venüs, torunu Ascanius'un yerine Cupid'i koyarak, Dido'yu aşkla zehirler; böylelikle de, başta Dido olmak üzere tüm Kartaca, kaçınılmaz sona doğru yavaş yavaş ilerlemeye başlar. Marlowe,  politik göndermelerle yüklü oyununu Dido'nun şiirsel güzellikteki aşk hikayesinin üzerine kurmuştur.  Bu yüzden,  oyunun büyük bir bölümünde sevgi teması egemendir. Jupiter'in çarpık ilişkileri ve Dido'nun karşılıksız aşkı, Anna ve Iarbas'ın, karşılık bulamayan aşkları ile desteklenmektedir. Yaşlı Dadı'nın aşka susamışlığını anlattığı hem komik hem de acıklı sahne, bu duygunun elinde bireylerin birer kukla olduklarını bir kez daha gösterir. Aşk tanrısı Cupid'in bile yozlaşmasında büyük payı bulunan aşk, birleştirici,  bütünleştirici ve sağaltıcı özelliklerinden yoksun bırakılmış, yok edici bir kimliğe bürünmüştür. Aeneas'a duyduğu aşk yüzünden canına kıyan Dido'yu, Iarbas ve Anna'nın izlemesi aşkın yıkıcı gücünü bir kez daha vurgular. Dolayısıyla Dido'yu,  tanrısal bir görev üstlenmiş Aeneas'ı yolundan alıkoymaya çalışan bir baştan çıkarıcı olarak görmek de aynı derece olanaksızdır.  Kesin olan tek şey,  bireylerin,  geleceklerini tayin edemedikleri, kendilerinden üstün güçlerin aldıkları keyfi kararları uygulamak için yollandıkları bir dünyada yaşıyor olmalarıdır.
DIDO
İnsana böyle bakan yabancı, kimsin sen?
AENEAS
Bir zamanlar Troyalıydım, haşmetli Kraliçe Ama Troya artık yok, nereliyim demem gerek?
DIDO
Savaşçı Aeneas böyle aşağılık giysiler giyiniyor ha! Sichaeus'un giysilerini getirin.
(Bir HİZMETKAR dışan çıkar ve giysilere döner. AENEAS onları giyer.)
Yiğit prens, Kartaca'ya ve bana hoşgeldin.
İkimiz de mutluyuz Aeneas konuğumuz diye.
Otur şu koltuğa ve bir kraliçeyle yemek ye.
Aeneas yine de Aeneas'tır
Irus'un giydiği çulları giyse bile
AENEAS
Huzuru olmayan birine göre değil bu koltuk.
Majesteleri, lütfen bırakın Aeneas size katılmasın,
Parlak bir soydan geliyorum ama talihim öyle değil,
Bir kraliçeye eşlik edemeyecek kadar sönük.

Bu da Dido ile Aeneas’ın tanışma sahnesinden tadımlık bir pasaj olsun.