Kitap Ağacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap Ağacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2019 Çarşamba

İBRET TAŞI - İSMAİL KADERE




Devrialem okumalarının Ocak kitabı İsmail Kadere’nin İbret Taşı idi. Balkan tarihine özel bir ilgim olduğundan merak ederek okuduğum metni açıkçası kurgusal olarak karışık buldum. Yeni bir şey öğrenebilir miyim diye zorlanarak bitirdiğim bir kitap oldu. Daha önce herhangi bir kitabını okumadığım için diğer kitaplarıyla bir karşılaştırma yapamayacağım. Bu kadar sevilen bir yazar hakkında negatif bir ön yargım olsun istemiyorum. Belki daha sonra başka bir kitabını denerim.

Kitaba ismini veren İbret Taşı baş kaldıran paşaların,başarısız devlet görevlilerinin kesilen başlarının yerleştirildiği yer. Payitaht’ta bir simge olarak duruyor.

Amos Oz’u okurken Kibutz’ları öğrenmiştim.Bu kitaptan da Kra Kra rejimi kaldı.Konu genel olarak isyanlar,idamlar,kesik başlar yönetim erkinin elde tutulma telaşı,güç gösterileri.

İlk bölümde kesik başla yapılan yolculuk ,bozulmasın diye tuzlamalar,kimyasallamalar, taşıyıcının ruh halinin sayfalar dolusu anlatılması pek bana göre değildi.Tepedelenli Ali Paşa'nın yarım yamalak hikayesi,Hurşit Paşa'nın ne ara,neden idam edildiğinin belli olmaması,kopuk kopuk metinler kısacık kitabı zihnimde bir türlü toparlayamadı.

Yazarın (analizlerinde haklı yada haksız )Man Booker almasının da politik olduğunu düşünüyorum. İsmail Kadere Arnavut halkının Batılı Hıristiyan kültürüne ait olduklarını Osmanlı hakimiyetiyle zorla müslümanlaştırılarak doğuya yaklaştırıldıklarını ve bu durumun Arnavut halkının asıl kimliğini yok ettiğini savunuyor.

10 Ocak 2019 Perşembe

HÜZNÜN FİZİĞİ - GEORGI GOSPODINOV


Beden hatıralardan kaçamaz ve insan sonsuza dek çocukluğunda kalır mı gerçekten ?
Kalmaz mıyız çoğunlukla. Hele Hüznün Fiziği'ni okurken kendi anılarımdan çıkamadım. 

Komünist bir ülkede olmamamıza rağmen 70’lerin sonu 80’ler imkanlarında bir dünya betimlediğinde zaman kapsulünü okullarda çoğumuza yaptırmamışlar mıdır.Pazar günleri seyrettimiz Kızılderili filmleri,Britanica Ansiklopedileri,sonra annemin,ananemin bana elbise diktiği Singer dikiş makinesi,biz de VHS videolar kiralardık; konu komşu seyredilirdi.
Hiç Tamagotchim olmadı,bıraksalar gerçek bir köpeğim olurdu ama.
Zaman kapsulü şimdi Facebook derken ne isabet. 
Öyle şeylerden söz etmiş ki, Alain Delon deyince bi durdum.Babam çok severdi. Cyrano de Bergerac akil kafayla gittiğim ilk oyundu.
Gaustin’in zihni-çılgın projeleri çok sempatik değil miydi?Bilet parası olmayana film anlatmak, hele kondom defilesi (kimin aklına gelir ki)

Gospodinov anlatımını bölümlere ayırmış ama anlattıkları gene ortaya karışık.O hatıradan bu felsefeye atlarken ailesi,mitoloji bir yana kimler yok ki; Pessoa, Borges, Hemingway, Gaustin, Augustinus...


Direkt söz etmez ama Minator en çok Picaso’yla özdeşleşmiştir. Hıristiyanlık öncesi Mithra Kültü onun sürrealizmi ile Minotauromachy eserinin simgesi olur. Sadece boğa da değil, Mithra kültünün merdivenlerini kullanarak Çarmıha Geriliş'te iki dini bir görür.
Nasıl ki Minotauros Picasso'da vahşeti ve dönemin faşizmini ifade eder, kitapta anne baba çalışmak zorunda olduğu için Komünüzmin terk edilmiş hisseden çocuğu aynı zamanda sistemi sorgular.
Kurgu sistematiği olmadığından herkes için kolay bir okuma olmayabilir ancak ben çok beğendim.

"Kıyametten sonraki gün hiçbir gazete olmayacak. Ne kadar garip. Dünya tarihinin en mühim olayı basına yansımadan kalacak.''

21 Aralık 2018 Cuma

KIZIL SORUŞTURMA - SIR ARTHUR CONAN DOYLE


Kızıl Soruşturma çoğumuzun bildiği, canımız Sherlock 'un ortaya çıktığı hikayedir.
Dizinin ilk kitabı olan bu romanda olayları Doktor Watson ,anıları şeklinde anlatır. Hikaye Watson’un Holmes ile tanışmadan önce ordu doktoru olarak Hindistan’a gitmesi, Afganistan’da yaralanması ve çok bitkin halde Londra’ya gelerek Sherlock Holmes ile tanışmasıyla başlar.

Hem Watson'ın, hem de Holmes'un kalacak uygun yere ihtiyaçları vardır. İşte ikiliyi bir araya getiren durum da bu olur. Beraber bir yer kiralarlar. Ancak Doktor Watson henüz Sherlock Holmes’un ne iş yaptığını bilmiyordur. Holmes da henüz çok ünlü bir detektif değildir.
Kafasında onun özelliklerini şöyle toparlar

1. Edebiyat Bilgisi - Sıfır.
2. Felsefe Bilgisi - Sıfır.
3. Astronomi Bilgisi -Sıfır.
4. Politika Bilgisi -Az.
5. Botanik Bilgisi -Değişken. Genel olarak belladon, afyon ve zehirler konusunda bilgisi iyi. Bahçıvanlık hakkında hiçbir şey bilmiyor.
6. Jeoloji Bilgisi -Pratik ama sınırlı. Bir bakışta, toprak türlerini birbirinden ayırabiliyor. Yapılan yürüyüşlerden sonra bana, pantolonundaki çamur lekelerini gösterip renklerinden ve koyuluğundan, bu lekelerin Londra’nın hangi bölgesinde üzerine bulaşmış olabileceğini söylüyor.
7. Kimya Bilgisi -Çok derin.
8. Anatomi Bilgisi -Kusursuz ama sistematik değil.
9. Kriminoloji Bilgisi çok fazla. Yüzyılda yaşanmış ve işlenmiş olan bütün cinayet ve skandalları en ince ayrıntısına kadar biliyor.
10. İyi viyolonsel çalıyor.
11. Yetenekli bir eskrimci, boksör ve kılıç ustası.
12. İngiliz yasaları üzerine iyi bir pratik bilgisi var."


Yazar , Holmes’u bu ilk hikayede kendinden önce dedektif hikâyelerin kahramanlarıyla kıyaslar.Biri Edgar Allan Poe'nun  Dupin karakteri. Diğeri ise Fransız yazar Gaboriau’nun Lecoq’u.

Sherlock Holmes, ayağa kalktı ve piposunu yaktı. “Beni Dupin’le karşılaştırarak bana iltifat ettiğinizden hiç şüphem yok,” diye karşılık verdi. “Benim düşünceme göre Dupin, çok aşağılık kompleksli bir insandı. Arkadaşları düşüncelerini açıkladıktan sonra, çeyrek saat sessiz kalarak lâfa karışması çok gösterişli ve yapay bir hareketti. Hiç şüphesiz, analitik bir dehaya sahipti ama Poe’nun hayâl ettiği türden bir fenomen olmaktan çok uzaktı.” 

“Gaboriau’nun eserlerini okudunuz mu?” diye sordum. “Lecoq, sizde bir dedektif düşüncesi oluşturuyor mu?” Sherlock Holmes, alaycı bir şekilde burun büktü. “Lecoq, zavallı bir acemiydi,” dedi, öfkeli bir sesle, “Beğendiğim bir tek yönü vardı, o da enerjisi. O kitap beni hasta etmişti. Sorun, meçhul bir mahkûmu teşhis etmekti. Ben bu işi yirmi dört saat içinde yapabilirdim. Lecoq altı ayını verdi. Bu kitap, dedektiflerin kaçınması gereken davranışların bulunduğu bir ders kitabı olarak kullanılabilir.”

Holmes'un kendini bu dedektiflerden üstün görerek kendini beğenmişliği okuyucuya aktarılır.Bu durum aslında Arthur Conan Doyle'nin bu yazarlara olan hayranlığından kaynaklanır.
Sonrasında yazar, Sherlock'la ciddi bir çekişmeye girecek ve ondan kurtulmak isteyecektir. Ancak okuyucu baskıları yüzünden Agatha'nın Poirot'ı gibi devam etmek zorunda kalır.



19 Aralık 2018 Çarşamba

DEVRİALEM

Dünya kazan biz kepçe. Geçen ay ilk okumasını yaptığımız Kitap Ağacı Devrialem Kulübü kitaplarının listesini elimin altında olsun diye buraya ekliyorum. Hem belki listeden okuma yapmak isteyenler de çıkabilir.
Yorumladıkça link vereceğim ki merak edenler de bakabilsin.

Ayrıntılı bilgi isteyenler Sevgili Fatoş @fatosun_zamani ve Pınar @pinuccias ile iletişime geçebilirler. Şahane bir liste yapmışlar.


Kitabın Adı Yazarı Yazarın Ülkesi
İncir Tarihi Faruk Duman Türkiye
Hüznün Fiziği Georgi Gospodinov Bulgaristan
İbret Taşı İsmail Kadare Arnavutluk
Derviş ve Ölüm Meşa Selimoviç Bosna Hersek
Iza'nın Şarkısı Magda Szabo Macaristan
Çevengur Andrei Platonov Rusya
Bir Garip Aşk Öyküsü Carl Johan Vallgren İsveç
Deniz Kenarında Geyikler  Ralf Rothman Almanya
Kayboluş Georges Perec Fransa
Acı Bir Başlangıç Bu Javier Marias İspanya
İnci Gibi Dişler Zadie Smith İngiltere
Dublinliler James Joyce İrlanda
Alıklar Birliği John Kennedy Toole Amerika
Düşen Şeylerin Gürültüsü Juan Gabriel Vasquez Kolombiya
Mayta'nın Öyküsü Maria Vargos Llosa Peru
Ağla Sevgili Yurdum Alan Paton Güney Afrika
Küçük Şeylerin Tanrısı Arundhati Roy Hindistan
Nazlı Kar Junichiro Tanizaki Japonya
Cebelavi Sokağı'nın Çocukları Necib Mahfouz Mısır
Pusudaki Panter Amos Oz İsrail







26 Kasım 2018 Pazartesi

İNCİR TARİHİ - FARUK DUMAN









İncir Tarihi Kitap Ağacı Devrialem Kulübü'nün 20 ülkeden şeçilmiş ilk kitabıydı.

Faruk Duman’ın daha önce Köpekler İçin Gece Müziği’ni okumuştum. Orada o masal atmosferini gene hissetmiş,ormanı ve hayvanları sanki birer roman kahramanı gibi okumuştum.O anlatım biçimini İncir Tarihi nde de hissediyorsunuz.

Her şeyden önce yazım uslubu kendine has.  Eski kelimelerle oynamış.
Metaforlar,mitolojik karakterler:biraz gerçek üstü biraz binbir gece havası var.  Mastarlı cümleleri yada özne vurguları çok belirleyici.

Doğrusu biz küsmekliği kavukludan öğrenmişiz.  Ümmiktir ki … Bir şey yapmaklığımın söz konusu olmadığını…böyle bir dil kullanıyor Faruk Duman.

Yada bir duyguyu anlatırken  onun vuruculuğunu belirtmek için kullandığı kelimeler ;Korku korkmuş…Didik didik didiliriz gibi.
Karanlıkta balıkların soluk alıp verişlerini duyuyordu….

Nevşehirli İbrahim’in Burunnamesi güzeldi mesela. Uslup Oktay İhsan Anar'ı anımsatıyor hemen.

Kitapta sufilerin bir ağacı yada bir hayvanı asla yalnızca bir ağaç yada hayvan olarak görmediğini bunları Allah’ın yeryüzündeki işaretleri olarak gördüklerini belirtiyor.

Faruk Duman’da nesneleri sadece nesne olarak görmüyor. Onlara bir kişilik yakıştırıyor.

"Sonra irili ufaklı kuşlara her biri yedi canlı piyade gibi ölümsüz kaplanlara tilkilere fillere yılanlara börtü böceğe haber salarak kendi askerlerini de silahlandırarak cümlesini Rumeli’nin uçsuz bucaksız  ovasında topladı.”
“Bozkıra öyle bir feryat ettim öyle yalvardım ki bozkır efendi bana acımakla sanırdın bunu kendi eliyle tutup kaldırdı gel aradığın şey buradadır dedi”…
“Kol da bunu duyunca olmaz demedi parmaklarını açıp yüzüğü bize verdi”… gibi

 Hayvanlara,doğaya,insan uzvuna,hançerlere kadar hepsi kitabın karakteri içinde yer alıyor

Ana karakter Zeyrek’in kitap boyunca çocukluktan ilk gençliğe geçişini kendini varlığının farkına varmasını görüyoruz.  Aşık olduğu kadının adı Kelime Hatun. Gence’li bir şairle kelimelerin niteliğini tartışıyor. Hikayeninin  halkası Kelime’ye kavuşunca   tamamlanıyor. İnsanın anlam arayışı gibi.

Ümmik’e Beberuhi der mesela. Karagöz ‘ün kısa boylu matrak karakteri. Aslında bir süper kahraman.Zeyrek’i defalarca kurtarıyor. Tas sadık bir hayat arkadaşıdır.Sevilendir,korunandır

Benim de katıldığım en güzel cümlelerden biri “Yurt dediğimiz şey kokudan ibarettir ve biz aslında kendi yurdumuzu bu kokuyla tanırız”. Muhtemelen çoğumuz için çocukluğumuzun kokusu İncir kokusudur. Üsküdar’da büyümüş biri olarak ayrıca anlamlıydı. Hele de okurken evden çok uzaktayken.


28 Nisan 2018 Cumartesi

ANTABUS - SERAY ŞAHİNER

Doğru dürüst karın yağmadığı bir kıştan sonra  bahar günü bu fotoğraf biriken yorumlarımın hezimetini gösteriyor J
Kitap Ağacı  geçtiğimiz aylarda Seray Şahiner’i konuk etti. Yazdığı kitaplar itibariyle kadınlar üzerine çokça konuştuğumuz şahane bir toplantı oldu. Benim uzun zamandır listemde olmasına rağmen bir fırsat bulamadığım Antabus’u da bu sayede bir çırpıda okudum.

Aynı karakterin alternatif sonla biten iki öyküsü anlatılıyor kitapta. Kısacık ama etkisi uzun süre geçmeyecek boğazı düğümleyen gerçekleri hatırlatıyor öyle dan dan. Türkiye’de kadın olmak, hele sosyo-ekonomik yönden güçsüz kadın olmak, yetiyor üçüncü sayfa haberi olmak için, çok uzak değil.
Şiddetin normalleştirildiği, görmezden gelindiği ,cezaların affedildiği bir sistemde kadın olarak bunları okuyunca hele de tanık olduğunuz şeylerse, kabullenmek her şeyden önce “İnsan” olma onuruna ters düşüyor.Ama Seray Şahiner bunları demogojiye başvurmadan acıyla dalga geçerek veriyor,okurken o acının sizi nasıl sardığını etkilediğini fark etmiyorsunuz bile.

Adını alkolü bırakmak için kullanılan bir ilaçtan alan kitabın oyunu da var.Nihal Yalçın tek kişilik bu oyunuyla  2016’da Afife Jale Tiyatro ödülünü  almıştı.

16 Kasım 2016 Çarşamba

PERİ GAZOZU - ERCAN KESAL

Geçtiğimiz ay Kitap Ağacı-İstanbul  Ercan Kesal’i ağırladı. Biz onu senaristlerinden biri olduğu Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmlerindeki oyunculuğuyla,Yozgat Blues gibi bir sinema klasiği ile tanısak da aslında bu toprakların derdini dert edinmiş, bunu da kalemine akıtmış bir adam Ercan Kesal.

Bu yüzden bu kadar gerçek, bu kadar duygusal ve bize de bu kadar dokunabiliyor. Doktorluğundan,yazarlığa ve oyunculuğa uzanan hikayesinin başına “bozkırda benim kurtuluşum da kitaplardı” diyerek edebiyatı koydu."Çehov okumayana ne öğretebilirsin her şey eksik kalır" dedi.

Peri Gazozu’nu babasının vefatından sonra yazmış. Benim babamla yasımı bitiren kitap oldu dedi. Zaten az biraz hassassanız vuruluyorsunuz cümlelerine.Babası Avanos’ta Peri Gazozlarını imal ederken kendisinin de kasaba sinemasında gazoz sattığı günlerden bahsetti. Ankara Siyasal’dan Ege Tıp’a uzanan hikayesi bir yandan Türkiye tarihiyle birleşirken taşrada doktorluk günlerinden kalma anıları da memleketin sosyolojik vakalarıyla şekillenmiş.

Anlatısı basit, ama bir o kadar etkileyici.Adeta gazetelerin üçüncü sayfalarında okuduklarımız gibi,önemsenmeyen memleket gerçekleri gelip vuruyor işte. Nesillerdir aktarıla gelmiş bilgeliği annesinde ve bahçeden bile hiç çıkmamış babaannesinde bulan bir adam.
Çok okunası , çok dinlenesi.... 

30 Ağustos 2016 Salı

HAYALET BELLEK - FRANCK THILLIEZ

Kulüpte arkadaşlar daha önce Franck Thilliez’in E Sendromu’nu okuyup  çok beğenmişlerdi. Thilliez bizi hayal kırıklığına uğratmaz düşüncesiyle Haziran seçimi Hayalet Bellek oldu. –bizde sırayla her ay bir kişi o ay okunacak kitabı seçiyor- İyi ki de olmuş,hem yazarla tanıştım hem de okuma sıkıntıma ilaç gibi geldi.

Aslında mühendis olan Thilliez ikinci romanı Train d’enfer pour Ange rouge ile 2004’de Fransa SNCF en iyi gerilim romanı ödülünü aldı. La Chambre des Morts  romanı ona işinden ayrılıp tam zamanlı yazar olma şansı  verdi.Bu roman 2007’de Alfred Lot tarafından filme uyarlandı ve Melody’s Smile ismiyle gösterime girdi. Ne yazık ki bu kitabı da birçoğu gibi Türkçeye hatta İngilizce’ye bile hala çevrilmedi. Fransız yazarı dünyaya tanıtan E Sendromu,İngilizce’ye çevrilen ilk kitabı.Bizde  Hayalet Bellek ve E Sendromu dışında Gataca isimli bir kitabı daha var.


Hayalet Bellek gerilimi bol ve sürükleyici bir dedektiflik hikayesi.Son derece rahat okunan ve akıllıca kurgulanmış bir konusu  var.
Hafızasını kaybetmiş ,elektronik bir ajandayla günlük yaşamını sürdürebilen Manon ilginç bir karakter.Teğmen Lucie Henebelle başarılı ve hırslı.Bu iki karakteri bir araya getiren ise kendisine Profesör diyen Manon'un da kız kardeşini öldürmüş bir katil. 
Bu türü seviyorsanız ve henüz okumadıysanız Franck Thilliez'i listelerinize alın derim.Kendi adıma ertelediğim E Sendromu'nu da en kısa zamanda okuyacağım. J


16 Ocak 2016 Cumartesi

SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM - CELİL OKER

Aralık ayında kulüple polisiye yazar duayenlerimizden Celil Oker’in son kitabını okuduk. Kendisini Pera’daki Kara Hafta etkinliklerinde de dinleme fırsatı bulmuştum.Konu “Bir Şehir Anlatısı Olan Polisiye” idi.  O zaman yeni kitabının da ipuçlarını vermişti.Daha önce Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nde de okuduğumuz kentsel dönüşümün,sosyal yaşam ve döngüleri değiştirdiği sürece edebiyata konu olması kaçınılmaz oluyor.
Notlarımı karıştırınca polisiye ve orta sınıf bağlantısı üzerine konuştuklarını hatırladım.Modern cinayet romanlarının genellikle refah seviyesi yüksek ya da en azından orta sınıfa mensup sosyal yapıyla bir bağlamı var.Sosyolojik yapıya göre,suç işleme profili yada suçun şekli bile değişiyor.Yani kısaca toplumu suç anlatıyor.
Kadın cinayetleri başka ülkelerde hiç görülmeyebilirken,bizde bu konudan edebiyat çıkıyor.Örneğin Los Angeles ile İstanbul’un suç oranları aynı.Ancak L.A’de trafik gibi hafif suçlar yaygınken İstanbul’da insana yönelik ağır suçlar işleniyor.Agatha Christie’nin İngiltere’sinde kırsalda herkesin tanıdığı birinin kötü olması bir şok etkisiyken,günümüz şehirlerinde eğer kıskançlık,miras,aile husumeti yoksa mafya,rant gibi öğeler kötücül birer kimlik olarak karşımıza çıkıyor.Bundan dolayı yerli polisiyemiz bana göre hala çok vasat.Konu zenginliği pek yok,sosyal yapıdaki kısırlık polisiye edebiyatı da etkiliyor.
Teknoloji ve bilim kurgu edebiyatta biraz daha kullanılsa bir sıçrama yapılacak ama o da kullanılmıyor.Sherlock Holmes zamanın çok üzerinde bir teknoloji kullanıyordu.Daha yakın zamanda okuduğum Örümcek Ağındaki Kız,inanılmaz bir bilgisayar dünyasında geçiyor.Okuyucunun yer duygusunu sevmesi de Kuzey Polisiyesini bu kadar yükselten nedenlerden biri.Detaylar,yer isimleri okuyucudaki gerçeklik hissini artırıyor.
Essen’de yaşayan bir arkadaşımla oradaki lokal kitapçılardan birine girdiğimizde sadece Essen’deki polisiye yazarların toplamının,Türkiye’deki yazarlar toplamının 7 katı olduğunu söyledi.Almanya’da lokal yazarlara ilgi son yıllarda çok artmış.İnsanlar kendi bölgesinde sokağında geçen hikayeler okumak istiyor. Belki küreselleşme her taraftan bizi sararken,yerele olan özlem de edebiyatta kendini bu şekilde gösteriyordur. İstanbul’da böyle olabilir tabii ama sonuçta bilmem ne rezidansını tarif ederken bilmem ne sokağından sap, köşedeki bakkal- pardon alışveriş merkezini geç…! İstanbul bu dönüşümle nasıl bir aidiyet duygusu yaratacak bilmiyorum.Ancak eski mahalleler,bölgeler.
Sen Ölürsün Ben Yaşarım tam bir şehir polisiyesi.Hatta sıkışık trafik içinde bir İstanbul polisiyesiJ
Celil Oker’in pilot eskisi dedektifi Remzi Ünal bir inşaat firmasının şantiyesinde kaza geçiren oğullarının hakkını aramak için Hisarüstünde gecekondu mahallesinde yaşayan yaşlı bir çifte yardım edecektir.Ancak araştırma yapmak için gittiği evde bir cesetle karşılaşır.Gecekondulardan,gökdelenlere uzanan bir şehir panoramasında olayları çözmeye çalışır. 
Konu kurgu sürükleyicilik bir tarafa da yazarın Remzi Ünal’a sigarayı bir an önce bıraktırması gerek.Kitap boyunca “bir sigara yaktı” cümlesinden fenalık geldi,kendimi kitabı duman-altı bir kahvede okuyormuşum gibi hissettim.

  

25 Aralık 2015 Cuma

KARDEŞİMİN MEZARI - ROBERT DUGONİ

Kitap Ağacı Polisiye Kulübü’nde bu ayın ilk kitabı Kardeşimin Mezarı’ydı.Robert Dugoni, gerilim yazarları derneği tarafından 2015’in en iyi gerilim yazarı seçildi ve kitap gerilim roman dalında Nancy Pearl ödülüne layık görüldü.  

Konu her ne kadar bir polisiye kurgu yaratmak için yeterli olsa da olay örgüsünü sadece polisiye- gerilim olarak kategorilendirmek  yanlış olur,ki benim için zaten bir gerilim kitabı değildi.

Benim hoşuma giden aynı zamanda vurucu bir duygusallığının da olması.Kurbanın,ana karakterin kardeşi olması psikolojik açıdan bence okurda daha derin bir etki bırakıyor.

Hikaye geçmişle bugün arasında gidip gelen bir omurga üzerine oturtulmuş.Tracy Crosswhite’ın kardeşi Sarah 20 yıl önce kaybolmuştur.Öldürüldüğü düşünüldüğünden olaydan sonra şüpheli bulunan Edmund House hapse atılmıştır.Bu süre içinde bir mezara ulaşılamamış,Tracy öğretmenliği bırakıp cinayet masası dedektifi olmuştur.Şüphelerini ispatlayamamaktan rahatsız Tracy’nin nihayet beklediği olur.Sarah’nın cesedi bulunmuştur.Gerçek katil kimdir,şimdi bunun peşine düşer.

O,delillerin üzerine gittikçe heyecan dozu artan ve hızı hiç düşmeyen elimden bırakamadığım bir hikayenin içinde buldum kendimi.Sonu ise bence pek çok polisiye okurunu tatmin edecek hilede;tam anlamıyla ters köşe yapıyor.

Acaba  Altın Kitaplar, Robert Dugoni’nin diğer kitaplarını da basar mı; basarsa çok güzel olmaz mı :)

17 Kasım 2015 Salı

Fİ - Çİ - Pİ AZRA KOHEN



Sosyal paylaşım ağlarında okurların deli gibi paylaştığı Fi ‘yi okumayı hiç düşünmemiştim.Bu kadar popüler olanın negatif etkisi oluyor benim seçimlerimde. Hem okunacak onca şey varken adını hiç duymadığım Azra Kohen biraz daha bekleyebilirdi.Sonra Nisan ayında Kitap Ağacımız Azra Kohen’i konuk edeceğini duyurdu. Fikirsiz zikir olmaz tabii diyerek bize de seriyi okumak düştüJ 
Şaka bir tarafa ben çok sevdim.Bu kitapların neden dalga dalga bu kadar çok okunduğunu anladım. Biz toplantıyı yaptığımızda Pi yazılmış fakat baskıya verilmemişti.Dolayısıyla sadece Fi ve Çi üzerinden bir kanaatimiz vardı.Azra Kohen ben bir kitap yazmak istedim,ki bu Pi idi ama onu yazmak için mecburen Fi ve Çi’yi de yazmam gerekti diyor.Çıkar çıkmaz Pi’yi de okudum,hem de 3 günde adeta yuttum acaba anlatmak istediği neydi diye.

Bize toplantıda bir sunum yaptı.Süpernovayla başlayan süreçte her şeyin temel elementinin karbon olduğundan bahsetti.Hepimizin hücrelerinde karbon var yani yıldız tozu.Beden kimyamız o kadar bu evrenin parçası ki,biz bu aidiyeti ret ettikçe,kendi yok oluşumumuzu hızlandırıyoruz.Yıldız kaydığında eskiler biri öldü diye boşuna demezlermiş demek ki.
Toplantımızın sihirli kelimesi “merak”tı. İnsan merak etmeli ve onu bilgiye ulaştıracak yolda araştırmalarını,okumalarını yapmalı.Aksi takdirde tanımlama biraz incitici olsa da parazitlere dönüşüyoruz çünkü öbür türlü insan sadece tüketen bir varlığa evriliyor.
Tehlike uyarısı aldığında hani şu tüm öğrendiklerimizi unutturup en ilkel güdümüzü harekete geçiren beyin sapımızın sürüngenlerle benzerlik göstermesi ise kendini yaşayan her şeyin üstünde gören kibirli insanoğlunun ayrı bir ironisi.Kullandığımız zararlı toksinler, florür gibi kimyasal katkılar beyin sapını kireçlendirip bizi itaat eden,uyuşturan,düşünmeyen bireyler haline getiriyor.Yani merak etmiyoruz.
Üçleme kurgusal bir roman olmanın ötesinde farkındalık yaratma çabasında.Herbir karaktere,sistemde karşılık gelen bir anlam var.Büyük kapitalist sistemin çarklarında hırs,hedonizm,meşhur insanların dejenere yaşamları gibi ( ki buradaki isimlerin kim olduğunu galiba çözdük) bize dayatılanın yalan olduğu, daha doğru-gerçek bir dünyanın var olabileceğini  anlatmaya çalışıyor.
Fi bir güzellik oranı.Altın oran da denilen,oranı  1,618….’e tekabül eden her şeyi güzel algıladığımız bir beyin yapımız var.Beş duyu sahibi, beyin yapısı son derece karmaşık insanoğlunun diğer 4 duyusunu bir kenara koyup sadece gözüyle algıladığını arzulaması,sahip olmaya çalışması ise en ilkel dürtüsü.Bu ilkel dürtüyü de günümüzün tüketimci sistemi çok güzel kullanıyor.İlişkilerdeki cinsellikten,marketten aldığımız makarnaya kadar.Peki hayata geliş amacımız bu mu.Sadeliğimizdeki güzelliği neden göremiyoruz.İnsanlık kendini  bir üst seviyeye nasıl getirecek. Hani şu hep felsefe kitaplarından okuduğumuz aşkın insan haline nasıl geleceğiz.
Çi,Uzakdoğu felsefesinde yaşam enerjisi demek.Aldığımız nefes,hava yani “can”.Dengede olmak aslında bu sistemde ne kadar büyük bir lüks.Kendimizi oksijen barlarında soluduğumuz havayla,kanımızı santrifüjletip tekrar kendimize enjekte ettirmekle “can’landığımızı “ zannediyoruz.
Pi ise topraktan başını uzatan filiz demek.Yani hayat. Çatlama cesareti gösteren tüm tohumlara ithaf edilmiş bu seriyle, yazar sistemle tüm derdini bizimle paylaşmış.Organik tarım,temiz enerji,geri dönüşüm,eğitim, kominal yaşam.Kısaca her şeyden.İnsanın kendi ütopyalarını yaratması ve bunları yaşanır kılması ,bu uğurda mücadele etmesi çok önemli.Yazarın da dediği gibi savaşlar savaşılarak değil ,doğrudan ayrılmayınca kazanılıyor ve ne yaparsak evrende dönüp dolaşıp geri geliyor.İyi veya kötü.
O yüzden bu düşünceler Can Manay Duru’yla niye bu kadar çok sevişiyor,bütün şansızlıklar da Bilge’yi mi bulur,Deniz bunu hak etmemişti,Özge hayal dünyasında geziyor indirgemelerinin ötesinde bir felsefeyle okunmalı.
Bana bilmediğim bir şey söylemiyor kibriyle başladığım seriyi,kendimi bir üst seviyeye nasıl taşırım sorgulamalarıyla bitirdim ben.Evet belki bildiğimiz şeyleri söylüyor ama bilip ne yapıyoruz,o bilgiyi nasıl bulaştırıyoruz etrafımıza.Bir de bu açıdan düşünmek lazım.

23 Ekim 2015 Cuma

SİZE PANDİSPANYA YAPTIM - MARİO LEVİ

Mario Levi’yi ilk kez 2000 yılında "İstanbul Bir Masaldı" ile keşfetmiştim.Çok beğenmeme rağmen o gün bugün başka bir kitabını  okumamıştım ,ta ki  Kitap Ağacı İstanbul onu konuk edene kadar.
Söyleşiye gitmeden bir kitabını daha okumak istemiştim."Size Pandispanya Yaptım"’ı seçtim.Sonra kızdım kendime,neden bu kadar ara verdim. Beni gene bambaşka dünyalara,bambaşka evlere,yaşamlara götürdü.
Her fırsatta söylerim,benim için kokular çok önemli; inanılmaz bir anı hafızası yaratıyor belleğimde, tanıdık fotoğraflara ışınlanıyorum adeta. O yüzden bu kitapta kendimden çok şey buldum ben.
Mario Levi, kitabında tatlar ve kokular uzak coğrafyadaki insanları ait oldukları topraklara çağırır hatta bu  en güçlü çağrılardan biridir der.Kitapta Sefarad Mutfağına ait tarifler var. Her tarifin bir hikayesi,yapanla bütünleşen hatıraları var. Uzaktakilerin doğdukları topraklara ,kalanların gidenlere özlemleri var.

Bak, mesela şu pandispanya. Anlamını düşündün mü? Çok kolay. İspanyol ekmeği…Neden şimdi bu ad? Ne olmuş da ekmek böyle kek haline gelmiş? Yoksa başından beri hep böyle miymiş? En mühimi bu ad neden konmuş?Göç yolları mı?.. Sf(297)

Pandispanya Tarifi sf(296)
Önce 5 yumurtayı 4 kahve fincanı şekerle mikserde çırpıyorsun. Sonra buna azar azar 4 kahve fincanı un ile 1 tatlı kaşığı kabartma tozu katıyorsun. Buna da hem bir limonun suyunu hem de bu limonun kabuğunu rendeleyerek ekliyorsun. İyice karıştırıyorsun tamam mı? Hepsini bir kek kalıbına döküyorsun ama önce fırın kalıbını yağlamayı unutma. Sonra doğru fırına. Yalnız dur. Fırının hararetinin çok yüksek olmamamsı lazım.Orta hararet.Yarım saatte tamamdır.Püf noktası ne ? Pişip pişmediğini anlamak için bir kürdan kullan. Kolay değil mi?

Her evin başkalarıyla paylaşılamayacak sırları vardı evet.Tıpkı pırasa köftesinin ne kadar eti ya da başka bir malzemeyi gizlediğinin bilinmemesi gibi.Birbirlerine karışması için ne çok emek gerekiyordu üstelik,ne çok ustalık,ne çok sabır…Aynı duygu tarama ile borekas ‘ın hem içi hem hamuru söz konusu değil miydi?Yemekler ile hayata dayanma savaşı arasında ince ama çok sağlam bir bağ olduğunu kim söylemişti? Sf(200)


Bin yıl önce gibi ,sanki hiç yaşanmamış gibi yada bir romanın içinde gibi.Aslında hayal gibi. Bana neden hiç anlatmadığımı sorarlar. Oysa hatırlamıyorum ki…
Sobalı bir odada kimya testi çözüyorum. Ateşin üzerinde kestaneler.Oda kestane kokusuyla doluyor.Tepemde babam bana kestane soyuyor.
Şimdi kokuyu ben de duyuyorum.Hatırlıyorum.Güvendeyim...(S)

26 Şubat 2015 Perşembe

DÜNYANIN İLK GÜNÜ - BEYAZIT AKMAN

Okunup yorumlanmamış kitaplarıma Beyazıt Akman’ın Dünyanın İlk Günü’yle devam ediyorum.
Şubat Ayında tarihi roman kategorisinde okuduğumuz Dünyanın İlk Günü,Sultan Mehmet ekseninde İstanbul’un fetih sürecini , yeniçerilerin hikayelerini aktarıyor. Ulubatlı Hasan tabii ki var ama bu sefer kahramanımız Alexander. Yıllar önce kaçmak zorunda kaldığı Konstantiniyye’ye bir devşirme yeniçeri olarak dönen İskender.
Yazarın tarihi konu alarak kurduğu mekansal çizim gayet başarılı. Surları harita üzerinde takip eder gibi seyrediyoruz.Çok bilinen,çok işlenen bir konu olmasına rağmen gene de merak uyandırıp devamlılık sağlaması yazarın anlatım gücünü de gösteriyor.Sadece savaş ve Sultan Mehmet’le ilerleseydi daha sıkıcı olabilecek kitap özellikle seyyah Alberti Balbi’nin tuttuğu defterlerle renkleniyor.Minyatür-resim perspektif tartışmaları,el yazmaları,kıyafetler,günlük yaşam gibi pek çok konuya değinen Balbi ile biz de zamanın ötesine onların yaşamına geçiyoruz.Diğer yandan Yeniçeri olması için  ocağa getirilen acemilerin eğitimleri anlatılmış.Böylece ocağın hiyerarşisini,düzenini biz de acemilerle birlikte ayrıntısıyla öğreniyoruz.
Ancak kurgusal olarak ben kitaba şu kahpe Bizans etiketlemesinden çok sıkıldığım için pozitif bakamadım. “Karşımızdaki kötü,biz çok iyiyiz,çok namusluyuz,çok kahramanız (!) İstanbul’u  adalet getirmek için alıyoruz. İmparator ve onun etrafındaki asiller halka zulüm ediyorlar.” – Elbette herkes kendi tarihsel kahramanlarının mükemmel olmasını ister ama biz Kara Murat Bizans'a karşı klişesini aşamıyoruz.-
Fetih kesinlikle tarihsel bir başarıdır,tarihin akışını değiştirmiş yeniden yazmıştır.Strateji gereği alınması gereken herkesin gözü olan bir mücevher alınmış ve çok büyük mücadeleler verilmiştir. Kullanılan savaş teknikleri zamanın çok ilerisindedir ve Sultan Mehmet’in nasıl bir vizyona sahip olduğunu gösterir. Ama bu karşı tarafın zalim ve korkak, kadınlarının hafifmeşrep, erkeklerinin kadın düşkünü olduğu resimler bende tam tersi bir beğeni etkisi yapıyor.Sevemiyorum L

14 Kasım 2014 Cuma

GOLEM VE CİN - HELENE WECKER

Uzun süre pazarlama ve iletişim sektöründe çalışan Helene Wecker,ilk aşkı yazarlığa döndüğünde bu kadar güzel bir eser çıkaracağını biliyor muydu acaba.Golem ve Cin ilk sayfasından itibaren inanılmaz keyif aldığım,elimden bırakamadığım kitaplarımdan biri oldu.
Raflarda yerini aldıktan sonra pek okuyucu  tarafından olumlu eleştiriler alan kitabı,biz Kitap Ağacı olarak fantastik-gotik edebiyat ayı olarak belirlediğimiz Kasım için oylayıp seçtik.
Golem Yahudi inancına göre kilden var edilen gerçek üstü bir varlık. Yahudi asıllı Helene Wecker’ın kocası Arap asıllı. Dolayısyla ne Golem ne Cin yazarın hiç  de uzak olmadığı mitler.Her ikisi de göçmen ailelerin banliyölerde büyümüş çocukları.Bu yüzden kitapta alttan alta hissedilen göçmenlik ,yabancılık ve yalnızlık duygularını yazarın çok iyi bildiğini düşünüyorum.
Wecker iki kültür arasındaki farklılıklardan hikayeler yaratmaya çalışırken bir arkadaşının tavsiyesiyle daha önce hiç denemediği fantastik öğeleri kullanmaya karar verir.1800’lerin sonunda Batı Avrupa’dan ve Suriye’den Amerika’ya göç etmiş mitlerine aşina olduğu iki insanüstü karakter “Golem ve Cin” üzerine yazmaya başlar.
Başlangıçta kafasında yarattığı Golem’in daha çok Prag Golemi’ne ( inanışa göre haham Judah Loew Ben Bezalel tarafından 17.yüzyıl Prag Musevilerini antisemitiklere karşı koruması için canlandırılan kilden heykel) ya da Frankestein’ın canavarına yakın bir karakter olduğunu söylüyor. Daha sonra roman boyunca daha duygusal ve insancıl bir karakter yakalamış.
Cin ise daha çok Ortadoğu ve Müslüman dünyasına ait bir mit olmasına rağmen batı söylencelerinde de Binbir Gece Masallarına benzer hikayeler olduğunu fark ediyor ve ateşten bir karakter yaratmaya karar veriyor.
Bu kitabı yazarken yaptığı araştırmalarda en çok şaşırdığı şeyin ise Musevi cemaatinin içindeki sosyalist hareketin büyüklüğü olduğunu söylüyor.Bu konu benim de dikkatimi çekti ayrıca okumak istiyorum.

Hikayeye dönersek ;Otto adında mutsuz ve etrafınca sevilmeyen bir genç marangoz,kendisine eş olarak bir kadın Golem yapması için Yehudah Schaalman’a gider. Schaalman kadim öğretilere sahip ihtiyar bir büyücüdür.Ruhları olmayan Golemler sahibine köle olması için yapılır, görevi koşulsuz hizmet etmektir ancak kontrolü gerekir, çok güçlüdür.Büyücü Golem’i yapar ve bir sandığa koyar.Görüntüsü aynen bir insan-kadın gibidir.Zeki,çalışkan ve meraklı olmasını istediği yeni karısıyla New York’a giden bir gemiye binen Otto dayanamayıp Golem’i canlandıracak sözcükleri gemide okur.

Öte tarafta New York’un Suriye Mahallesi’nin iyilik meleği Meryem kalaycı Arbeely’ye tamir edip parlatması için ailesinden kalma eski bir ibrik getirir .Kalaycı ibriği parlatırken içinden yaklaşık bin yıldır ibriğin içine hapsolmuş bir cin ortaya çıkar. İnsan bedenine mahkum bu ateşten varlık Suriye çöllerindeki muazzam sarayından  kopartılıp büyüyle bağlanmıştır.

Biz kitap boyunca bu iki farklı varlığın hikayesini okuyoruz.Bu hikayeler birbirine nasıl bağlanıyor, çocukluk masallarımıza kadar nasıl uzanıyor ayrıntı vermiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki büyüler,büyücüler,hahamlar,cinler,golemler size  harika bir kitap sunuyor.

1899’ ların New York’unda oluşturulan hikayede  şehir,mekanlar,insanlar,dükkanlar,köprüler çok güzel resmedilmiş.Neredeyse o havuzun başındaki heykel gözünüzün önünde canlanıyor. Ayrıca kitabın dili ve çevirisi de çok başarılı. Kurgu için zaten söylenecek fazla bir şey yok;başından sonuna akıcılığından ve heyecanından hiçbir şey kaybetmiyor.
"Bugünlerde çok sıkılıyorum ne okusam" diye soranlara ilk  Golem ve Cin’i öneririm artık J


23 Ekim 2014 Perşembe

ASMA PANSİYON - IŞIL ŞENOL

Bu kitabı çok değil 1 ay önce okumuş olsaydım şimdi bu yorumu yazmak yerine Bozcaada’ya gitmek üzere valizimi topluyor olurdum.Her şeyden kaçıp sığınılabilecek en muhteşem yerlerden biri herhalde ada.
“Bir insanı bir kez kaybetmeyi göze aldığınızda ikincisi için bir nedene bile ihtiyacınız olmaz” belki Madam Yenola’yı da bulurdum kimbilir;yada ilaçsız uyurdum. 
Hikayenin asıl kahramanı aslında Ada ve Asma Pansiyon. Hayatının alt üst olduğunu düşünen Defne kimseye haber vermeden adaya gelir ve Madam Yenola’nın pansiyonuna yerleşir. O buraya sığınırken kendisi gibi pansiyonda kalanların da yolu buraya hep bir nedenden düşmüştür. Defne yaşamını yola  koymaya çalışırken biz de,Feyyal Hanım’ın,Demir’in,Belma’nın ve Ekrem Bey’in hikayelerini öğreniriz kitap boyunca. Ama en çok Madam Yenola’nın.  

Ah Yana ah ! ne doğru ; “aşk asıl vefa ile ölçülür”….

Işıl Şenol önümüzdeki pazar Ankara Kitap Ağacı grubunun konuğu olacak.Bir aksilik çıkmazsa ben de orada olacağım.Büyük bir fidanla okuduğumuz Asma Pansiyon üzerine sohbet edeceğiz.

13 Ekim 2014 Pazartesi

PETER PAN ÖLMELİ - JOHN VERDON

Evden binlerce km uzakta fuarlarımı yapıp, okyanuslar aşıp döndükten sonra hadi yeter bu kadar uzak kalmak  deyip, biriken bir dünya kitabımı paylaşmaya başlıyorum.
Eylül ayını Kitap Ağacı polisiyeye ayırdı ve oylamalarla John Verdon’ın Peter Pan Ölmeli'si seçildi.
Ben daha önce hiç Verdon okumadığım için son derece ön yargısız başladığım kitaba,100 sayfa sonra "acaba bıraksam mı, off çok sıkıldım, ha şimdi hareketlenecek"diye diye devam ettim,yanımda başka bir kitap olsaydı kesin kalırdı ki pek huyum değildir.
Aslında Amerikalı yazarın yarattığı Dave Gurney serisi en çok satanlar listesinde hep üst sıralarda.Seri  tüm dünyada çok ilgi görüyor.Peter Pan Ölmeli yazarın dördüncü kitabı. Güzel bir konu bir türlü gelişemeyen  bir gelişme ile iyice sıkıcılaşmış;uzadıkça uzayan diyaloglarla yazar ya dedektifin zekasını küçümsemiş ya da okuyucunun.
Karısıyla sayfalar dolusu dönüp duran tavuk-kümes konusu yeter artık şu kümesi yapın da konu başka bir yere gitsin artık dedirtiyor. Bir Peter Pan var ama bir türlü ortaya çıkıp aksiyon yapamıyor.Kitabın sonunda yazarımız eh ayıp olmasın,sonuçta polisiye yazıyorum biraz kurguyu türe uydurayım demiş ama tatmin etmeyen, aceleye getirilmiş bir son yazmış. Dediğim gibi diğer kitaplarını okumadım ama okuyan arkadaşlardan aldığım yorumlar Verdon için vakit kaybı şeklindeydi. Ben dedektifin zeki,polisiyenin de bol hareketli olanını severim diyor;Verdon’u hayranlarına bırakıyorum J

8 Ağustos 2014 Cuma

SEVDALIM HAYAT - ZÜLFÜ LİVANELİ


Sevdalım Hayat iyi ki okumuşum dediğim kitaplardan biri oldu. Bu çok sevdiğim sanatçının meğer bilmediğim ne çok yönü varmış J Onun yaşam hikayesini okurken darbelerle sürekli sekteye uğrayan demokratikleşememe hikayemizi de okuyoruz. Türkiye de okuyan, üreten hele kitap seven ,kitap basan insanların başına gelenler bugün LeManlık, Penguenlik ..Görülen işkencelerin tabii ki esprisi olmaz ama Zülfü Livaneli içeri alındığında işkenceyi nasıl korkuyla beklediğini anlatırken insanın insan  üzerinde nasıl vahşileşebildiğini düşünüyorum.Ailesinde belki hukukçuların olmasından hasbelkader daha hafif atlatılan bugünleri sonradan zorunlu bir gurbet takip ediyor.
Yazımını çok sevdiğim Zülfü Livaneli’nin yazarlık yolculuğunu daha geç dönemli sanatın başka bir dalında başarılı olma arzusu olarak düşünürdüm. Oysa tam tersi baştan beri asıl olan edebiyatmış, kitaplarmış. Müzik hayatına biraz da mecburiyetten sürgün yıllarında başlamış. O yıllarda başarısından o kadar bihaber ki;o memlekette yokken kitlelerin onun şarkılarıyla meydanlarda yürüdüğünden haberi bile yokmuş.
Süreç içinde beş tane pasaportu olmuş. Mehmet Yılmaz Basmacı adıyla sahte pasaportla yurtdışına kaçmış. BM’nin politik mülteci olarak alt düzeyde verdiği pasaportla sürekli polise gidip ifade vermek durumunda kalmış. Sonra af çıkınca Türk pasaportunu alabilmiş.96 yılında Paris’te UNESCO büyükelçisi olduğunda BM Genel Sekreterinin imzasını taşıyan en üst düzey kırmızı pasaportla diplomatik dokunulmazlık almış.Milletvekili olduğunda verilen kırmızı pasaportla ise valizi bile aranmıyormuş artık J
Yaşar Kemal’le kadim bir dostluğu var. Onunla ve ölen eşi Thilda ile acı-tatlı bir dolu anısını paylaşmış kitapta. Yaşar Kemal’in nasıl Nobel’e bu kadar yaklaşıp aleyhte kulis yapan Türkler yüzünden kurulun çekincede kaldığını ve vermekten vazgeçtiğinden bahsediyor. Kendisine de birçok alanda saldıran sözde aydınlardan hiç haz etmiyor.
Aslında şaşırmamak lazım.Orhan Pamuk için bile neler yazıldı söylendi. Oysa ülkemizden bir yazar adını dünyaya duyuruyor.Sevelim sevmeyelim yazar düşmanıyız. İtalyan bir arkadaşım Baba ve Piç ile Benim Adım Kırmızıyı okudu.Çok beğenmiş ;bana başka kimleri tavsiye edersin diye sordu. Kaç yazarımızın kitapları çevriliyor ki hala çok kısıtlı.Kimi tavsiye edeceğim!
Başka hoş bir anısı Yılmaz Güney’le. Onunla hapishanede gizlice görüşür.Yılmaz Güney Sürü’nün senaryosunu onu düşünerek yazdığını söyler ve filminde oyuncu olmasını ister.Hapisteki dostunu kıracak olmanın vicdan azabıyla ne yapacağını düşünen Livaneli de onunla bir türkü kaydetmek ister.Tabii Yılmaz Güney bunu kabul etmez. Zülfü Livaneli de Sürü filminde oyuncu olmaz ama pek çok sanatçının karşılık beklemeden destek olduğu bu filmin müziklerini yapar.
Daha kimler yok ki o anıların içinde. Maria Faranduri,Mikis Theodorakis ile verdiği konserler doldurduğu albümler , Yunan dostluğuna katkıları,Haris  Alexiou ile olan dostluğu, Elia Kazan’ın aktör olarak son kez rol aldığı filmi Sis ve aldığı sayısız ödüller.
Gabriel Garcia Marquez’le sohbeti,Yüzyıllık Yalnızlık’ta geçen ağacın çağrıştırdıkları,Cengiz Aytmatov ve uzun yıllara yayılan Gorbaçov görüşmeleri onların belki farkında olmadan Prestroyka’ya olan katkıları,Bono ile olan düeti  ve daha neler neler..
Kitaptaptan öğrendiğim başka bir şey daha. Charlie Chaplin’i çok severim. Bütün filmlerini en az 30 kez izlemişimdir. Yönetmenliğini biliyordum ama film müziklerinin bestelerini de kendisi yapıyormuş bu yeni bir bilgi oldu. Ona hayranlığım bir kere daha arttı
Zülfü Livaneli gerçekten ne sıradan bir müzik adamı ne de yazar. O biriktirdikleriyle, dostlarıyla, kitaplarıyla,müziğiyle bir kültür insanı. Seviyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun derim.

28 Haziran 2014 Cumartesi

VALİZİMDE GÖLGELER - SERKAN KOKTAY

Serkan Koktay’ın Salçalı Ekmek’inden sonra ikinci kitabı Valizimde Gölgeler ile devam ediyorum.
Kendisi Kitap Ağacı Haziran buluşmamızın konuk yazarıydı.Kitabı çıkar çıkmaz büyük bir fidan yaparak(biz oluşturduğumuz okuma gruplarına fidan diyoruzJ)okuduk ve üzerine sohbet ettik.
Ben yolcunun hikayesini, o gitme isteğinin bazen ne denli kuvvetli olabileceğini bildiğim ve kaçmanın konforuna sığındığım bir yolculukta okudum.
Soyut duygularım, kitabı okurken yolcunun anıları ve anılarla kesişen insanların hikayelerinde pişmanlıklarında,özlemlerinde ete kemiğe büründü.Toplum baskısının, farklı kültürlerin, düşmanlıkların bu hayatlara etkileri cümlelerin içinden bana doğru aktı.Elimden bırakamadım.
Meliha’nın babasına yazdığı mektuplar,Nevin’in çaresizliği,İsak’ın kim olduğunu bulmaya çalışması yıllar sonra annesinin günlüklerine ulaşan Jack.Hepsinin ayrı ayrı hikayesi ve onları birbirine bağlayan yolcu..
Kelimelerin kalbimize dokunduğu bir kitap yazmış Serkan Koktay. Çok ama çok güzel..  

27 Haziran 2014 Cuma

SALÇALI EKMEK - SERKAN KOKTAY

Çocukluğumun Paşalimanı’nda büyük babam bütün hafta balık tutardı.Pazar günleri bütün aile onlarda toplanır, yer,içer bütün kuzenlerin birlikte oynadığı o muzzam sıcacık babaanne evinde çocukluğumuzun en güzel anılarını biriktirirdik.
Alt komşumuzun kocası gemiciydi.Soranlara denizlerde çalışıyor derdi. Aylarca gelmezdi eve. Döndüğünde kızlarına getirdiği hediyeleri olağanüstü bulurduk. Karşımızdaki bina henüz apartman olmamış tek katlı küçücük bir evdi.Yaşlı teyze her sabah sokağı süpürür, sulardı. Bahçesindeki nar ağacı meyve verdiğinde mutlaka göz hakkı bir nar bizim eve gelirdi.
Sokağımızdaki süslü – babam ona böyle seslenirdi-vergi memuru abla şimdinin tabiriyle 80’lerin moda ikonu gibi giyinir kısmetinin çıkması için pek bir gezerdi.
Bizse o sokakta en çok seksek ve ortada sıçan oynar çok gürültü yaptığımızda kafamıza bir sürahi su dökerdi cadı(!) pencereden. Bulduğumuz her kedi yavrusunu eve almaya çalışıp anneden izin çıkmayınca apartmanda imece bakardık.
Salçalı Ekmek buna benzer hikayesi olanların,sıcacık anıların kitabı.Geçmişe dönerken nostaljinin sıkıcılığından uzak hepimizin kendinden bir şeyler bulacağı dedelerin, babaannelerin, komşu ablaların, kedilerimizin köpeklerimizin, elimize tutuşturulan salçalı-peynirli-yağlı ekmeklerin hikayesi.
Serkan Koktay 3 yol ağzındaki sokağın başında durup geriye bakarken ben de Üsküdar tepelerindeki o sokağımıza tekrar geri gittim. Mahalle arkadaşlarımla o küçücük caminin merdivenlerine oturup kağıt bebeklerimle oynadım.Sonra arka sayfaya şunları yazdım.. 

Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Kimse bize ihanet etmemiş
Biz kimseyi aldatmamışken
Hani biz hiç kimseye küsmemiş
Hani hiç kimse ölmemişken

Eskidendi,çok eskiden…. (Murathan Mungan)
                                                                      

24 Haziran 2014 Salı

GERMİNAL - ÉMILE ZOLA

Daha önce 92 Kozlu faciasında ölen işçileri anmak için okuyup film gösterimini yaptığımız Germinal maalesef Soma ile kendini tekrar hatırlattı. Madencilerin zorlu çalışma şartları içinde önlenebilecek tehlikelerin önemsenmediği ve düzeltilmediği bir düzende umalım ki bu kitabı artık sadece edebi değeri ve Zola’nın harikulade anlatımını övmek için konuşalım.
Bu ay Kitap AğacıKitap Kardeşliği ve Pinuccias’nın Yazar Ayları ile beraber okuduğumuz Germinal devrimden yaklaşık 100 yıl sonra devrimin kimler için yapıldığını sorguluyor. Sınıf çatışmasını en acımasız şekilde veren,sefaleti açlığı en rahatsız edici şekilde yüzümüze vuran kitaplardan biridir Germinal.Öyle noktaları vardır ki derinden etkilenirsiniz.Baba madenden gelip yemeğe oturunca evdeki çocuklar gözlerini babanın tabağına dikerler çünkü onlar da açtır;insanda isyan duyguları uyandırır bu sahne.Bu kabullenmişlik niye diye sorarsınız. 
Fransa’nın Montsou kasabasında küçük yaşta madene inip ölene kadar madende çalışan bu insanların sefaleti yaşam şekillerini de biçimlendirir. Tek odalı bir evde herkesin bir arada giyinip soyunduğu aynı leğende banyo yaptığı bir yaşamda mahremiyet,cinsellik,ahlak gibi kavramlar da sorgulanmaz.Etienne’in bizler hayvan mıyız ki tarlalarda çiftleşiyoruz sözü sadece çalışma şartlarının değil yaşadıkları düzenin de değişmesi gerektiğini vurguluyor işçilere. Zola greve giderken örgütlenme ve çözülmeyi  sınıfsal çatışma içinde bölünmeyi gerçekçi bir şekilde anlatırken aslında her kahramana dönemin ideolojik mücade biçimlerini de yüklüyor. Birlikte hareket edildiğinde bugün bile geçerli olan görünmez korku duvarının nasıl yıkıldığını ama sermaye-iktidar ortaklarının nasıl ikna edici olup bu dalgayı bölebileceklerini tüm güncelliği ile okuyoruz.Kadınların eve biraz ekmek almak için kendilerini sattığı bu köyde işçilerin ayaklanıp ekmek diye bağırması tüylerimizi diken diken ediyor.Kısaca herkesin en azından bir kere okuması gereken büyük bir eser Germinal.