Can Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Can Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ekim 2020 Cuma

KIZIL DARI TARLALARI - MO YAN


Başladığımda bu kadar kolay okuyacağımı, hikayenin beni bu kadar sürükleyicini tahmin etmezdim. Elimden bırakamadım. Darı Tarlaları, roman boyunca ana karakter gibi neredeyse her olayın merkezindeydi. Aşk, şehvet, savaş, öfke,intikam ; tüm bu duygular darı tarlalarında yaşanıyor.

İç içe geçmiş hikayeler boyunca ataerkillik, çok eşlilik, lotus ayakların güzel bulunması,kang yataklar gibi Çin’in geleneksel yaşam tarzını da görüyoruz ,savaşın vahşetini de.

Roman bütüncül olarak kronolojik değil. Yeri geldikçe anlatılan geçmiş,özellikle dede ve nine asıl kahraman. 

“-Mişli geçmiş zaman ile yazılmış olması ve olay örgüsünde kronolojik bir sıra takip edilmemesi fazlasıyla yoruyor. “ eleştirisine maruz kalsa da ben çok rahat okudum, görmediği bir zaman dilimini anlatıyor sonuçta. Ayrıca Gabriel Garcia Marquez tarzına özellikle Yüzyıllık Yalnızlık ‘a benzetenler de var ki o tarz bir büyülü gerçekçilik Mo Yan’ın anlatımında yok.

Japonlarla yapılan savaş sahneleri çok vahşi betimlenmiş.Katliamlar, tecavüzler,işkenceler,kokuşmuş cesetler, yakılan köyler, hayvanlar,dışarı çıkan organlar detaylı bir şekilde anlatılırken dayanamayıp okumaya ara verdiğim oldu.Milyonlarca Çinlinin hayatını kaybettiği, çok büyük acıların yaşandığı, insan onurunun hiçe sayıldığı bir ülkenin tarihini kendi  tarzında anlatıyor Mo Yan.

Aslında asıl adı Gujan Moye ,Nobel ödülü almış ilk Çinli yazar. Sakın konuşma anlamına gelen Mo Yan ismini kullanıyor. Çin'in en ünlü ,en sık yasaklanan,en çok korsanı basılan yazarı.

Hikayede beni dehşete düşüren, köpeklerle yapılan bir savaş var ki çok epik.Muhtemelen metafor olarak kullanılan köpekler işgal döneminin farklı Çinli gruplarını temsil ediyor.

“Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm.Hangisinin komünist,hangisinin milliyetçi,hangisinin Japon,hangisinin Çin’in kukla ordusu,hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez.Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde yağmurun altında ıslanıyordu”

Savaşın kazananı olmaz, çok güzel özetlememiş mi...

27 Ekim 2020 Salı

Yolpalas Cinayeti - Halide Edip Adıvar


 

Benim çocukluğum kelimenin tam anlamıyla Halide Edip’le geçti.Üsküdar’da büyüdüğüm apartman, Halide Edip’ in bir süre oturduğu ahşap konağa bitişikti. Uzunca bir süre metruktu sonra tadil ettiler Sokakta oynarken oranın bahçesine girer çıkardık, daha okumadan  adı hep kulağımızdaydı. Sonra da aynı mahallede bulunmasından mütevellit ismi verilmiş ortaokula gittim. Okul bitene kadar da bütün kitapları bitmişti. İlk Mor Salkımlı Ev geçmişti elime ,yıllar sonra otobiyografisi olduğunu öğrendim. Üniversitedeyken de kadın araştırmaları ile uğraşan Serpil Çakır ve Fatmagül Berktay vasıtasıyla gene bayağı haşır neşir oldum kendisiyle. 

Halide, Teali Nisvan’ın kurucularından;başkanlığını yapıyor..Osmanlı’nın kabul edilen ilk feminist kadın derneği. Evliliğin yasal prensiplere oturtulması,ikinci eşin ancak belli şartlara bağlanması,kadına boşanma hakkı gibi o dönem için çok önemli, devrim niteliğinde kararları kabul ettiriyorlar.Kadınların oy hakkı için de uğraşılıyor ama o tabii olmuyor. Kendisi de ikinci eş yüzünden ilk evliliğini bitiriyor.

Milli mücadelenin simge isimlerinden. Özellikle Sultanahmet mitingiyle devleşiyor. Cephede onbaşı rütbesi alıyor ama nasıl ki Zabel Yaseyan sosyalizm için yıllarca mücadele edip sonunda Rusya’ya kaçıyor ama Stalin’i eleştirdiği için Sibirya’ya sürgün ediliyor; Halide de milli mücadele sonrası yeni kurulan iktidar ile hiç anlaşamıyor. Ona mandacı ve daha birçok şey söyleniyor ancak bu fikirlerin çoğunun ispatı aslında yok. Özellikle cephedeyken erkeklerin baskısını çok hissediyor. Vurun Kahpeye ,Ateşten Gömlek onun bu döneminden izler taşıyor. Muhalifliği yüzünden erkekleri çadırına aldığına dair iftiralar atılıyor. Aslında onun daha çok iktidara sahip olanlarla anlaşamayan bir tarafı var. Bu arada ek bir bilgi Osmanlı döneminde kadın hareketini başlatanların çoğu yeni kurulan hükümetle ters düşüyor. Mustafa Kemal ölene kadar  eşiyle yurtdışında yaşıyor İsmet İnönü ‘nün davetiyle geri geliyorlar ve ona İstanbul Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı kürsüsünü kurduruyorlar. Amaç aslında onu siyasetten uzak tutmak. O dönem Mina Urgan, Berna Moran gibi isimleri yetiştiriyorlar.

Söz konusu kitabımız Yol Palas’ı ve en bilinen romanlarını hep gurbetteyken yazıyor.Yol Palas 1936 yılında basılıyor, Önce Yedigün dergisinde tefrika ediliyor. 1955 yılında aynı adla sinemaya uyarlanıyor.

Polisiye bir roman kabul edilmesine rağmen hikaye katil kim değil ,cinayet neden işlemiştir sorusuyla uğraşıyor. Şehirli, zengin bir kısmetle sınıf atlayan evin hanımının evdeki çalışanlar üzerinden ısrarla altını çizdiği sınıf farkı biraz  ironik görünse de dönem için kuvvetli bir eleştiri. İyinin iyi, kötünün de gerçekten kötü olduğu belirgin bir sınır çizilmiş. 

Akkız aslında gerçekten katil  midir yoksa mağdur mu, okuyucu ikna edilmeye uğraşılmış. Romanda geçen mahkeme bölümlerinde de Akkız'ın hikayesini öğrendikçe halk ona sempati duyuyor. Yazar ondan yana tavırla yazmış kitabını. 

Halide’nin genel olarak çok kullandığı karakterlerin psikolojik durumları burada da ön plana çıkarılıyor. Sembolik olarak korunmaya muhtaç kaz,çocuk ikilemi ,korumayan anne imgesiyle hikayeye şekil veriyor.  Mükerrem, maktül olmasına rağmen ondan nefret ediyorsunuz. 


17 Temmuz 2020 Cuma

KÖRBURUN - HİKMET HÜKÜMENOĞLU


"İnsan kalemini kaybeder, anahtarını kaybeder. Sonra da bulur. Babasını kaybetmez ki! O kadar saçma geliyor ki! Nereye koyduğumu unuttuğum bir eşya gibi günün birinde karşıma çıkmayacak. Çünkü artık öyle birisi yok."


Hikmet Hükümenoğlu’nun, Attila İlhan Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş bu romanı, Körburun isimli bir adada yaşananları, devamlı değişen bir anlatıcı ve zaman akışıyla aktarıyor okuyucuya. Turistlerin rağbet etmediği, akıntılar yüzünden teknelerin yanaşmadığı, günde sadece iki vapur seferi yüzünden gidip gelmesi dert olan, bir avuç kalmış Rum azınlıkla Türklerin kavgasız gürültüsüz birlikte yaşadığı Körburun hikayede aslında var olmayan Prens Adalarından biri.

Ön planda bir aşk hikayesi,arka planda 27 Mayıs süreci.Yıllar yavaş yavaş ilerlerken ülkenin atmosferi ile adaya ekilen kin ve nefret tohumları pek çok kişinin hayatını değiştirecektir.

Yazar 64 zorunlu göçü ve askeri darbeler üzerinden geçmişle hesaplaşmaya girerken yarattığı karakter özelinde toplumsal ve ekonomik yükselişi, aslında sermayenin başkalarının acıları üzerine nasıl inşa edildiğini gösteriyor.Kötülük etrafında hızla örgütlenebilen linç kalabalıkları tarihin aşina olduğu bir durum. Öte taraftan lince katılmayanların sessizliği ile yakın tarih yazılıyor.

Roman karakterlerin hayat hikayeleri ile ülke 12 Eylül darbesine doğru giderken "güc" ün meselesi de değişiyor. Artık "düşman" gençlerdir. Bu anlamda ada bir Türkiye metaforu gibidir.
Karakter zenginliği,sade uslubu ve akıcı kurgusuyla keyifli bir kitaptı.Hala okumayanlar varsa tavsiyemdir.


29 Nisan 2019 Pazartesi

TRENDEKİ YABANCILAR - PATRICIA HIGHSMITH




Patricia Highsmith için ne söylesek az. Kült kitaplar yazmış hayatının büyük bir kısmını Avrupa’da geçirmiş,Teksas’da başlayan hikayesi İsviçre’de son bulmuş ,yaşamı, tercihleri sıra dışı bir kadın. 
1950 yılında, 29 yaşındayken yayınlanan ilk romanı "Trendeki Yabancılar ile büyük başarı yakalar.Kitap Alfred Hitchcock tarafından filme uyarlanır. Yirmi iki romanının beşinde ortaya çıkan Tom Ripley  defalarca filme çekilir.
Patricia kitaplarında alışık olduğumuz polisiye kurguya sahip değildir.Okuyucuyu katil kim kovalamacasının içine sokmaz.Onun hikayelerinde suçlu zaten bellidir.Karakteri genellikle bundan pişmanlık duymaz,örtbas etmenin, yakalanmamanın yollarını arar.İnsan ruhunun derinliklerindeki kötülüğü deşer. Kurgunun atmosferi kasvetlidir.

Trendeki Yabancılar’da da suç kurgusu baştan örülmüştür.Buna rağmen hikaye psikolojik analizler yaptıracak gerilimi yaratır.
Ana karakterlerden Bruno, nasıl derler tam bir piskopat.Babasından nefret eden, sevgi ve kabul görmeyi dışarıda arayan bir karakter.Guy onun tam tersi görünse de Highsmith'in yarattığı hiç bir karakter tam anlamıyla beyaz değildir.Gerçi Bruno'nun tacizleri okuyucuda Guy'dan yana olma eğilimi verir.Ben de okurken Bruno'dan nefret ettim. Kafanı çevirdiğin yerde onu görüyorsun,korkutucu da bir taraftan.
Bruno'nun mizojinizmi anneden kaynaklanıyor. Onu yüceltirken diğer kadınları kötülüyor. Bunda babasının annesine davranışı da rol oynuyor muhtemelen. Guy’ın karısı Anne konusunda bile gel git yaşıyor kafasında. Emin olamıyor karakteri için. Hafif gördüğü Miriam'ı bu yüzden çok rahat öldürüyor. Hakettiğini düşünüyor.
Öte taraftan Guy'ın Platon okuması kurgu açısından anlamlıydı. Aklıma varlığın aslında mağara duvarına yansıyan gölgeye benzetilmesi geldi. Sanki Bruno geldi Guy'ın o karanlık izdüşümü oldu yada karakterini yok edip ters bir akis yarattı .Trendeki Yabancılar'ı sadece  polisiye bir hikaye değil aynı zamanda psikolojik bir metin olarak değerlendirmek bu anlamda daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.


26 Kasım 2018 Pazartesi

İNCİR TARİHİ - FARUK DUMAN









İncir Tarihi Kitap Ağacı Devrialem Kulübü'nün 20 ülkeden şeçilmiş ilk kitabıydı.

Faruk Duman’ın daha önce Köpekler İçin Gece Müziği’ni okumuştum. Orada o masal atmosferini gene hissetmiş,ormanı ve hayvanları sanki birer roman kahramanı gibi okumuştum.O anlatım biçimini İncir Tarihi nde de hissediyorsunuz.

Her şeyden önce yazım uslubu kendine has.  Eski kelimelerle oynamış.
Metaforlar,mitolojik karakterler:biraz gerçek üstü biraz binbir gece havası var.  Mastarlı cümleleri yada özne vurguları çok belirleyici.

Doğrusu biz küsmekliği kavukludan öğrenmişiz.  Ümmiktir ki … Bir şey yapmaklığımın söz konusu olmadığını…böyle bir dil kullanıyor Faruk Duman.

Yada bir duyguyu anlatırken  onun vuruculuğunu belirtmek için kullandığı kelimeler ;Korku korkmuş…Didik didik didiliriz gibi.
Karanlıkta balıkların soluk alıp verişlerini duyuyordu….

Nevşehirli İbrahim’in Burunnamesi güzeldi mesela. Uslup Oktay İhsan Anar'ı anımsatıyor hemen.

Kitapta sufilerin bir ağacı yada bir hayvanı asla yalnızca bir ağaç yada hayvan olarak görmediğini bunları Allah’ın yeryüzündeki işaretleri olarak gördüklerini belirtiyor.

Faruk Duman’da nesneleri sadece nesne olarak görmüyor. Onlara bir kişilik yakıştırıyor.

"Sonra irili ufaklı kuşlara her biri yedi canlı piyade gibi ölümsüz kaplanlara tilkilere fillere yılanlara börtü böceğe haber salarak kendi askerlerini de silahlandırarak cümlesini Rumeli’nin uçsuz bucaksız  ovasında topladı.”
“Bozkıra öyle bir feryat ettim öyle yalvardım ki bozkır efendi bana acımakla sanırdın bunu kendi eliyle tutup kaldırdı gel aradığın şey buradadır dedi”…
“Kol da bunu duyunca olmaz demedi parmaklarını açıp yüzüğü bize verdi”… gibi

 Hayvanlara,doğaya,insan uzvuna,hançerlere kadar hepsi kitabın karakteri içinde yer alıyor

Ana karakter Zeyrek’in kitap boyunca çocukluktan ilk gençliğe geçişini kendini varlığının farkına varmasını görüyoruz.  Aşık olduğu kadının adı Kelime Hatun. Gence’li bir şairle kelimelerin niteliğini tartışıyor. Hikayeninin  halkası Kelime’ye kavuşunca   tamamlanıyor. İnsanın anlam arayışı gibi.

Ümmik’e Beberuhi der mesela. Karagöz ‘ün kısa boylu matrak karakteri. Aslında bir süper kahraman.Zeyrek’i defalarca kurtarıyor. Tas sadık bir hayat arkadaşıdır.Sevilendir,korunandır

Benim de katıldığım en güzel cümlelerden biri “Yurt dediğimiz şey kokudan ibarettir ve biz aslında kendi yurdumuzu bu kokuyla tanırız”. Muhtemelen çoğumuz için çocukluğumuzun kokusu İncir kokusudur. Üsküdar’da büyümüş biri olarak ayrıca anlamlıydı. Hele de okurken evden çok uzaktayken.


27 Eylül 2018 Perşembe

LEVIATHAN - PAUL AUSTER


Leviathan’ı Polisiye Kulübünde okuduysak da suç-gerilim-sonuca varmada alışık olduğumuz bir polisiye kurguya sahip olduğunu söylemem. Tavsiye edilen polisiye kitaplar kategorisinde değil de iyi bir Auster kitabı olarak görülmesi gerektiği kanısındayım.

Leviathan  çok tipik bir Auster metni.İzolasyon, bırakıp yeni baştan başlama arzusu, ilişkilerin karmaşıklığı, hayattaki ironik kesişme ve rastlantılar gibi benzer temaları hemen her kitabında görüyoruz.Özünde ise sivil itaatsizliği referans alan bir kitap. Ana karakter Sachs da kitapta bunu temsil ediyor.

Leviathan kutsal kitaplarda geçen bir kavram olmakla birlikte Thomas Hobbes’un Leviathan’ında  mutlak güç ve iktidarı temsil eden devlet anlamında kullanılır. Bu kitapta ise Auster’ın  özgürlük heykeli ile Hobbes’un devlet anlayışı örtüşüyor. Önce çıkınca başı döndüren yükseklik –kapitalizm metaforu- (çok Amerikancı durmakla birlikte) Heykele yüklenen anlam kitabın sonuna doğru Amerika’nın dikkatini çekmek üzere replikaları havaya uçurmaya bağlıyor. Bireysel bir anarşizm olgusu olarak.

Auster burada unabomber olarak tanınan hiçbir terör örgütüne bağlı olmayan John Kaczynski’den etkilenerek Sachs karakterini yaratıyor ve Phontom of Liberty takma adını kullandırıyor.
Dönüşümü Alexander Bergman’la oluyor. Amerikan tarihinde grevcilere destek veren, muhalif olan, radikal bir eylemci. Auster Sachs’a insanın özgürleşeceğini, sistemin çökeceğini, yeniden bir varoluşun yaşanacağını düşündürüyor.

Kitabın bence en ilginç diğer karakteri Maria'yı ise Sophie Calle ‘den ilham alarak yaratıyor. 70'li yillarda dunya turuna cikmis; “anne” ve “baba” yazan mezar taslarini konu ettigi fotograflariyla taninmış çok ilginç bir yazar-fotoğrafçı. Hatta Maria’yı okuduktan sonra ondan etkilenip onun gibi davranmaya baslamış,yemek konusunda olduğu gibi bazı maceraları kendine uyarlamış.

28 Nisan 2018 Cumartesi

ANTABUS - SERAY ŞAHİNER

Doğru dürüst karın yağmadığı bir kıştan sonra  bahar günü bu fotoğraf biriken yorumlarımın hezimetini gösteriyor J
Kitap Ağacı  geçtiğimiz aylarda Seray Şahiner’i konuk etti. Yazdığı kitaplar itibariyle kadınlar üzerine çokça konuştuğumuz şahane bir toplantı oldu. Benim uzun zamandır listemde olmasına rağmen bir fırsat bulamadığım Antabus’u da bu sayede bir çırpıda okudum.

Aynı karakterin alternatif sonla biten iki öyküsü anlatılıyor kitapta. Kısacık ama etkisi uzun süre geçmeyecek boğazı düğümleyen gerçekleri hatırlatıyor öyle dan dan. Türkiye’de kadın olmak, hele sosyo-ekonomik yönden güçsüz kadın olmak, yetiyor üçüncü sayfa haberi olmak için, çok uzak değil.
Şiddetin normalleştirildiği, görmezden gelindiği ,cezaların affedildiği bir sistemde kadın olarak bunları okuyunca hele de tanık olduğunuz şeylerse, kabullenmek her şeyden önce “İnsan” olma onuruna ters düşüyor.Ama Seray Şahiner bunları demogojiye başvurmadan acıyla dalga geçerek veriyor,okurken o acının sizi nasıl sardığını etkilediğini fark etmiyorsunuz bile.

Adını alkolü bırakmak için kullanılan bir ilaçtan alan kitabın oyunu da var.Nihal Yalçın tek kişilik bu oyunuyla  2016’da Afife Jale Tiyatro ödülünü  almıştı.

27 Aralık 2017 Çarşamba

GÖKDELEN - TAHSİN YÜCEL



“Ama sen kahvaltını bitir önce. Bugün kaç sofrada buğday ekmeği yeniliyor? Evet, buğday serada yetişiyor, seralar da yabancıların elinde. Gene de bitirmek zorunda değilim. Hiç iştahım yok bu sabah.”....

Arka arkaya okuduğum yerli distopyalardan sonra aslında bu türe uygun ne çok malzeme ve potansiyel taşıdığımızı fark ettim.Şehirler almış başını gidiyorken  biz distopyaları hep uzak zamanlarda yada başka  gezegenlerde geçer sanıyoruz.Oysa neredeyse o distopyaların kıyısındayız.

Tahin Yücel’in meşhur romanı Gökdelen ilk 2006 yılında basılmış.Benim okuduğum 9.baskıydı. Bugünden hele İstanbul’dan bakınca öngörüsü şahaneymiş.

Yıllar yılı özelleştirmeye karşı olanları sermaye düşmanlığı yapmakla suçlayan güruh bu uğurda sınır tanımamış ve 2073’e gelindiğinde denizlerin bile özel mülkiyete ait olduğu bir ülke yaratmış.Gerçi geçtiğimiz Kasım ayında Bodrum Mal Müdürlüğü Bodrum Sahillerini açık artırmaya çıkardı. Gündoğan,Gökçebel,Yalıkavak,Türkbükü Turgut Reis ve daha pek çok bölgede 30 yıllık kiralamalar yapacaklarmış. 2073 ne ki , geçmiş olsun  :(

Şimdi sırada ne var ;  yargının özelleştirilmesi. Bu konuda yorumun ne olurdu acaba Ersan Hocam !

Hakimler,savcılar hep güdümlü kararlar verirken ,tüm yargı çalışanlarının maaşları,masrafları hükümet için büyük bir ödenek oluşturuyorsa bu e tabii yönetim açısından karlı bir politika olacaktır. Olur mu olmaz mı derken, suyun başını tutanlara mantıklı gelince oluyor, üstelik  ileri gelen iş adamlarının oluşturduğu bir konsorsiyum ile de istirakçiler belirleniyor.

Laz mütahit kafasının  gökdelen dikme sevdasına evrildiği inşaat furyası 2073’de de tam gaz devam.

Fikrin güçlü,ancak kurgunun ve finalin hafif kaldığı Gökdelen olabileceklere ve gidişatımıza farklı bir yönden dikkat çekiyor. Makineleşme ve gıda yetersizliği ile mücadele edilmedikçe sosyo-ekonomik yönden sistemin ötekileştirdiği Yılkı Kitleleri çok da gerçek dışı değil.

18 Ekim 2017 Çarşamba

BATIK KREDİLER - PETROS MARKARİS


Daha önceki Markaris yazımda da belirtmiştim (burada) ,bu adam politik kurguyu kullanarak çok güzel politik roman yazıyor. Batık Krediler kulübün Eylül seçimlerinden biriydi.

“Banka soymak nedir ki,banka kurmanının yanında?”


Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sından alıntıyla başlayan hikaye  2010 yazı Atina’da geçiyor.Herkesin ekonomik krizi konuştuğu bir ortamda, Komiser Haritos çok sevdiği kızınının düğün telaşında. 

Maaş kesintileri,dar gelirlilerin bütçelerine vurulan darbe,kredi yolsuzlukları okurken bize yabancı değil. Zaten bizdeki skandallardan bir zaman sonra, önce Yunanistan sonra da İspanya’ya sıçrayan ekonomik yolsuzlukları böyle kurgulaması , ülkesini ve onu okuyanları çok iyi tanımasından kaynaklanıyor.

Haritos bu sefer böyle bir kriz ortamında öldürülen üç kişinin katilinin peşinde.Üstelik kurbanlar finans sektöründen ve halkın  canını yakmış kişiler. Haritos olayı çözmeye çalışırken Markaris de sistemin ne kadar çürümüş yanı varsa ortaya döküyor. 

Ancak benim favorim bu sefer karısı Adriani. Sınırlı bir bütçeyle evi döndürme çabaları tam annelerimizin yapacağı türden.Okurken içinizi ısıtıyor,gülümsetiyor… 

14 Temmuz 2017 Cuma

PETROS MARKARİS - ATİNA POLİSİYESİ



Güzel haber sonunda geldi. Sahaflardan cımbızla topladığımız Markaris kitaplarından üçünü Can Yayınları tekrar bastı. 1937 Heybeliada doğumlu Yunanlı yazarın yarattığı karakter dedektif Kostas Haritos yazarın kendi deyimiyle Akdeniz ülkelerindeki ortak polisiye kültürünün bir ürünü


Ailesinin ticaret okuması için Viyana gönderdiği Petros Markaris orada aradığı özgürlüğü bulur. Tiyatrolardan çok etkilenir ve oyun yazmaya başlar.Teodoros Angelepulos’la tanıştıktan sonra onun senaristliğini yapmaya başlar.Sonrasında Bir Cinayetin Anatomisi’ni yazar ve dizi üç yıl boyunca herkesi ekrana kilitler. Polisiye kurguya eğilmişken arka arkaya romanlar gelmeye başlar. Gece Bülteni ve Kostas Haritos karakteri ilgi görünce arkasından Alan  Savunması’nı yazar.


Haritos’un bu kadar sempatik bulunup sevilmesinde şüphesiz insan yönlerinin ağır basması.var. Yazar ondan bir süper kahraman yaratmamış. Sözlük okuma merakı var. Albaylar cuntası sırasında polis okulunu bitirmiş, ilk göreve başladığı yerlerde işkencelere tanık olmuş , yirmi yılda ancak yükselebilmiş bir cinayet masası dedektifi. Biraz eski kafalı kendine göre doğruları var. Yozlaşmış sisteme karşı çıkıyor fakat gerektiğinde kendisi de rüşvet vermeye razı olabiliyor. Eşiyle sürekli didişip, küsüyorlar.Karısı Adriani domates dolması  yaptığında da barışıyorlar. Selanik Üniversitesinde hukuk okuyan bir kızı var.Kızına çok düşkün.

Alan Savunması yazarın ikinci kitabı ancak ben ilk önce onu okumuştum. O kadar tanıdık ve bizden bir hikayeydi ki Haritos’u sevmemek mümkün değildi J Yıllardır tatile çıkmadıkları için karısının söylenmelerine daha fazla dayanamayan dedektif, baldızının adadaki evinde tatil yapmaya razı olur. Ancak adada meydana gelen deprem, gömülü olan bir cesedi ortaya çıkarınca kimliği belirsiz cesedi Atina’ya götürüp cinayet üzerinde çalışmak Haritos’a kalır. Araştırması derinleştikçe de  üçüncü lig takımları, politikacılar,medya,emniyet bürokrasisi ve daha pek çok şey kirli bir sarmal olarak etrafını sarar.


Gece Bülteni’ni son Yunanistan seyahatimde yanımda götürmüştüm. Arnavut göçmeni bir çiftin öldürülmesini araştıran Haritos  ortaya çıkan bağlantılarla gene ilginç bir Atina Polisiyesi okutuyor bize.
Romanlar kadar ilginç olan Petros Markaris’in bu kitapları yazıp yayınladıktan sonra patlayan skandallar olmuş.Gece Bülteni’nden sonra Balkanlar’daki çocuk kaçakçılığı , Alan Savunması’ndan sonra ise üçüncü lig takımları üzerinden kara para aklayan mafya ile ilgili haberler uzun süre gündeme taşınmış. Bence Markaris polisiye kurguyu kullanarak bal gibi politik roman yazıyor.Çok da güzel yazıyor…
Umarım en kısa zamanda konusu İstabul’da geçen ve daha önce Eskiden Çok Eskiden olarak çevrilen Dadı da basılır. Bu kitabın da sahaf fiyatları ne yazık ki çok yüksek…

10 Ocak 2017 Salı

DEVİR - ECE TEMELKURAN

“Bazı yazarlarım var benim.Hani ne yazsa okurum derim ya Ece Temelkuran onların en başında gelir.Eleştiririm,ama başkasına  laf söyletmemJ” yazıp bırakmışım yaklaşık 1,5 sene önce taslaklara. 
Sonra bir sürü şey oldu,benim elim bir türlü Devir hakkında bir şeyler yazmaya gitmedi. 

Bana hangi kitabı diye sorsalar cevabım hala “Muz Sesleri” olur. Kitaplarını imzalatırken kendisine de söyledim, “bunu söyleyen bir iki kişi oldu şimdiye kadar” dedi. Okuyalı yıllar olmasına rağmen kampa dikilen o portakal ağacını; doktorun kızına yazdığı mektupları hatırladığımda hala yüreğim sıkışır. Şatilla kampındaki dram Muz Sesleri’nden sonra başka bir farkındalık yaratmıştı bende.
O yüzden Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ın onu geçmesi çok zordu.Edebi teşbihleri çok daha fazla olmasına rağmen,kadını anlatmasına hele ki Ortadoğu’da kadını anlatmasına rağmen  benim yüreğime onun kadar dokunamamıştı.

Devir’le ülkemize, Türkiye tarihine geri dönmüş yazarımız.Konusu çok vurucu olmasına rağmen 12 Eylül dramlarını belki çok okuduğumdan gene aynı düşüncedeydim.Ama ben okuduğumda ülkemde henüz 30’a yakın patlama,saldırı,binlerle ifade edilen ölü sayıları yoktu.
Biz ölüm kendi coğrafyamızdan uzak olunca sanki hiç yokmuş gibi davranan benciller de ülke tarihini hasbelkader kulaktan dolma hikayelerle masal dinler gibi dinliyoruz işte. Kendi kuyruğunu kovalayan kedi gibi kendi tarihimizin etrafında dönüyoruz. 
Dünün ekmek,eşitlik özgürlük diye mücadele eden “anarşistleri” bugün gıda özgürlüğü ,temiz enerji,LGBT ve kadın hakları diyen “vatan hainleri” yarın uzay araştırmaları engellenemez diyecek Z kuşağı hep aynı şiddete maruz kalacak bu gidişle.Bu coğrafyada yaşayanlar ne zaman sadece insan oldukları için hatta genişletiyorum “canlı” oldukları için korunup dikkate alınacaklar. 
Devir’le Ece Temelkuran 80 ihtilaline giden süreci Ali ve Ayşe’nin çocuk gözünden dilsiz kuğuları simgeleştirerek anlatmış. Ya biz ? Biz bugün hangi sürece gidiyoruz. Meclis Tv’nin yayın vermediği oturumlarda bu ülkenin geleceği konuşuluyor,bizim geleceğimiz konuşuluyor.Kavga gürültü içinde değiştirilen maddelerden çoğunluğun haberi bile yok. Kuğular uçarsa bu ülke kurtulur sanan çocuk masumiyetine ne kadar ihtiyacımız var bizim. Bu bedeller ödenmesin diye kaç kuğu uçurmamız gerekecek.
Meclis önünde en temel itiraz haklarından yoksun bırakılıp kolluk kuvvetlerince şiddete maruz kalan “vatan hainleri” siz kimsiniz ki bu ülkeyi onlar kadar sevdiğinizi iddia ediyorsunuz.(!)

“Hayal Yıkılınca hepimiz başkentin ortasında da dursak mülteciyiz” diye yazmıştı Düğümlere Üfleyen Kadınlar'da.Bu da bizim "Devrimiz" işte..
Üzülüyorum,çok üzülüyorum…..

25 Ağustos 2016 Perşembe

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet - Murat Gülsoy

Daha önce Murat Gülsoy’un Baba, Oğul ve Kutsal Roman ‘ını okumuş ve çok beğenmiştim. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet bilim kurgu yaklaşımla yazılmış aslında bir şimdiki zaman hikayesi. Bireyin yalnızlığını ve ölüm temalarını farklı psikolojik kodlar üzerinden dile getirmiş gene çok okunası bir roman yaratmış yazar. 

Öncesinde Borges’e çok güzel bir mektup var. Edebi lezzeti çok güzel olan bu bölümle Murat Gülsoy Borges’e olan hayranlığımı da katlamış oldu. Tanpınar’ı Borges’e anlatışı sadece önsözü bile ara ara açıp okumaya değer. 
Hikaye bittiğinde bizi son söz ve ekler karşılıyor.Birbirinden bağımsız görünen bu bölümler aynı fikri pekiştiren, aslında  yazarı da anlamamızı sağlayan parçalar. Nerval’den ,Oğuz Atay’a  seslenen kurgusu farklı bir çalışma olmuş Yalnızlar için çok Özel bir Hizmet.

İstemeden emekli olmak zorunda kalan Mirat Alsan, Janus isimli bir şirketin el ilanını görür.Kişileri yalnızlıktan kurtaracağını iddia eden bu şirkette yeni ölen insan zihinleri yaşayanlara aktarılmaktadır.
Kahramanımız Mirat’a da,trafik kazasında ölen Esra’nın bilinci aktarılır ve Mirat kendi bedeninde çift bilinçle yaşamaya başlar. Sonrası insan beyninin dipsiz kuyusu,karanlıkta bir yolculuk.


“Sözcüklerin gücünü küçümsemeyin.Zihnimizdeki tüm duygulanımların sözcüklerle doğrudan bir bağı var” diyor kitapta. Ben sözcüklerin içimdeki akışı etkilediğini biliyorum; beni gene tam kalbimden vuruyor.

31 Mayıs 2016 Salı

Köpekler İçin Gece Müziği - FARUK DUMAN

Bu kitabın ismi o kadar hoşuma gidiyordu ki,evde okunmayı bekleyen başka Faruk Duman kitapları olmasına rağmen gidip bunu aldım.

Kitap bir karı kocanın geçirdikleri trafik kazası sonucu bir avcı tarafından uçuruma düşmekten kurtarılıp ormanın içindeki kulübeye getirilmeleri ile başlayan tuhaf durumları anlatıyor.Kitap çok kısa,zaten tüm konu da 24 saatten kısa bir sürede geçiyor.Ancak bu kısalığa rağmen etkisi çok yoğun ve karanlık diyebilirim.

Simgeler ve metaforlarla ilerleyen anlatımda Avcıatmaca'nın atı,şahini,sakat köpekleri başlı başına birer roman kişisine dönüşüyor,orman hepsinin üstünde canlı bir varlık ve dinmeyen yağmurla okuyucuyu  bu tekinsiz atmosferin ortasına bırakıveriyor. Karanlık ormanı,sisi,yağmuru,öyle güzel tarif ediyor ki pastoral resim önümüzde canlanıyor. En son böyle gerçeküstü,etkileyici bir orman tasvirini Sahilde Kafka'da  okumuştum.

Öte taraftan gerçek kişiler kulübede yaşayan hayaletler gibi. Avcının karısı kendisini alıp götürmesi için Hızır'ı bekliyor. Kötücül karakter avcı, sakat köpekleri topluyor ama aç bırakıyor. Dövdüğü çocuğun çığlıklarıyla büyülenen bu köpekler de,aslında gerçek dünyada karşılığı bulunan metaforlar.

Her ne kadar roman, kara bir masal havasında geçse de gerilim, kitabı bir korku-roman beklentisine de sokuyor,gene de masalsı öğeler fantazyadan değil insan doğasından beslendiğinden bir masaldan çok gerçek bir hikayenin içinde hissediyoruz kendimizi.Tarzı biraz Yere Düşen Dualar'ı anımsattı bana ;çok beğendim. 



13 Mayıs 2016 Cuma

KEFARET - IAN MCEWAN

Bu kitabı çok uzun zamandır arıyordum.Baskısı olmadığı için fahiş fiyatlara satılıyor.Bulduklarımın içinde 100 TL isteyeni bile gördüm.Neyse ki sonunda bulduğum sahaf beni üzmedi bir orta yol bulduk. Aynı sorunu Cortazar’ın Seksek’inde de yaşıyorken Can Yayınları bir güzellik yapıp kitabı yeniden bastı.Şimdi darısı Allende’nin Ruhlar Evi’ne.Sorduğum sahaf  78TL istedi.Elimizde baskısı olmayan kitapları toplasak küçük bir servet sahibiyiz bu durumda.Klasik sayılacak bu kitapları neden sık sık basmazlar anlamıyorum. 

Kefaret,Booker ödüllü İngiliz yazarın en önemli eseri olarak kabul ediliyor ve BBC Culture’ın yaptırdığı ankete göre 21.yy’ın en iyi 20 romanı arasında bulunuyor.

1935’de başlayan hikaye günümüzde son buluyor.Temelinde atılan çocukça bir iftira ile alt üst olan bir aşk-aile ilişkisini anlatıyor. Bir yandan 2.Dünya savaşının tüm yıkıcılığı,hastane odalarına getirilen askerlerin durumları dramatik bir şekilde resmedilirken,öte taraftan ödenen kefaret sorgulanıyor,çocuklukta işlenen bir suç bağışlanabilir mi.
Klasikleşen bu romanda McEwan ‘ın kalemi çok temiz,hiç uzatmadan,betimlemelerin sıkıcılığına gitmeden olayların içinde buluyorsunuz kendinizi. 

Joe Wright’ın yönetmenliğini yaptığı uyarlama filmi de aynı başarıyı paylaşıyor.2007 yapımı film The Atonement 7 dalda Altın Küreye aday gösterilirken,14 Dalda BAFTA ,7 dalda da Oscar adayı oldu. Altın Küre’de en iyi müzik dalında ödül alan filmin soundtrack albümü Dario Marianelli’ye ait.Kitap gibi üç bölümden oluşan albümü dinlediğinizde hangi bölüme o parçanın yazıldığını anlıyorsunuz. Daktiloyla yazılan tutkulu bir aşk mektubu,savaşın hüznü,kasveti,pişmanlık hepsi müzikle yeniden hayat buluyor.

Kesinlikle etkileyici. Özetle okuyun,seyredin,dinleyin diyebilirim.

13 Kasım 2015 Cuma

KAFKA'NIN ÇORBASI - MARK CRICK

Kısacık ama çok keyifli bir kitap yazmış Mark Crick ve 14 yemek tarifini seçtiği edebiyat devleri,nasıl yazabilirse öyle vermiş.Kitap bu tariflerden ve onlarla bağlantılı kısa hikayelerinden oluşuyor. 
Vejeteryen Kafka’nın Miso Çorbası ile  K ve konukları klişe deyimle “kafkaesk” bir masa yaratıyor.Gene kimdir, hangi dünyadır Allah bilir…
İlişkiler uzmanı Jane Austen yumurta hanımla tarhun beyi birbirine yakıştırmış.Aralarını bulmaya çalışıyor.
Maquis de Sade her zamanki sadistliğinde.Tavuğu pişirirken ,gene soylu ahlaksızlığına göz kırpmış ve gene bir Justin’i var.
Ya John Steinbeck’in Mantarlı Risottosu.Şu edebiyat değilse,nedir; “Parmesan  peyniri sert ve kuruydu.Aşçı elindeki küçük parçayı rendeledi.Peynir önce harman makinesinden çıkan mısır gibi kalın,ardından uçuşan ilk karlar gibi ince ve kocasının hızarından fırlayan tahta parçalarının ardında bıraktığı talaş gibi toz haline gelene dek rendelendi".  
Tek kelimeyle sarsılıyorum. Arkadaşlarıma tarifleri ben de böyle vermek istiyorumJ
Virginia Woolf usulu Clafoutis Grandmere,Woolf usulü bir hikayeyle devam ediyor…” bir yumurta daha kırdı yuvarlak sarısı derin kaseye düşünce,bozulup karışımın içinde patlayan Vezüv gibi,tereyağından bir denizin içinde batan güneş gibi saçıldı".Ne diyebilirim ki, bir daha yumurtayı tereyağıyla böyle şairane çırpacağım. 
Atreus’un oğlu,geniş toparakların güçlü kralı Agamennon soğanları doğrarken,karanlık bir dere geçit vermez bir yardan aşağı akarken nasıl bulanık sularını saçarsa öyle döktü gözyaşlarını.Homeros’ta tam böyle destansı anlatırdı herhalde Fenkata’sını.
Ya Gabriel Garcia.Mahkumun son arzusu ,peder ve diğerleri sanki gene Macando’dan.Coq au Vin olacak El Juguarcito büyük bir saygı ve kutsiyetle hazırlanıyor.
Favorim Irvine Welsh usulu yoğun çikolatalı kek ve onun hikayesi.Tıpkı yazıldığı gibi “King Cross’dan kalkan 14.22 pencerenin önünden geçiyor ve ben dahil her şeyi sarsıyor” J  Dediğim gibi çok keyifliydi.   

31 Mart 2014 Pazartesi

İSTANBUL KIRMIZISI - FERZAN ÖZPETEK

Tatsız tuzsuz bu pazartesinin tek katlanılabilir yanı bu güneşli hava ve akşam 7'de havanın hala aydınlık olacağını bilmek herhalde.
Mis gibi kokan bir kahve alıp okuyup da yorumlayamadığım kitaplarla oyalanmak bir nebze sıkıntımı giderir mi acaba .
Benim için ne çekse seyrederim diyebileceğim bazı yönetmenler vardır.Oyuncular hiç önemli değildir. Yönetmenin “O” olması yeterlidir. Daha önce burada Tim Burton’la ilgili yazımda bahsettiğim gibi Ferzan Özpetek’in de öyle hayranıyımdır. İstanbul Kırmızısı'nı aslında Kemerlerinizi Bağlayın'ı da seyredip filmleriyle toplu bir post yaparım diye bekletiyordum ama dediğim gibi acilen “kendimi yazmaya vurmam lazım” dediğim bir gündeyim.
Kitabı beğendim mi;objektif olamayacağım beğendim ama yetti mi kesinlikle hayır. Yönetmenimiz tadımlık bir yazarlık deneyimi yaşamak istemiş ve bize de tadı damağımızda kalacak bir kitap yazmış. Birçok yorumda olduğu gibi son filminden önce basılsın diye aceleye getirilmiş olduğunu düşünmüyorum. Kitap Adam ve Kadın olarak iki ayrı bölüm halinde ilerliyor. Adam’da  yönetmen-yazarımız otobiyografik anlatımında tüm samimiyetiyle duygularını paylaşıyor.İtalya'ya gidişini ailesini,aşklarını, onun İstanbul’unu ,Emek’i ,Gezi’yi görüyoruz. “Aşkın cinsiyeti olmaz derken, tercihlerinden dolayı babasından dayak yediğini söylerken cesur ama bir o kadar duygusal.
Kadın'ı daha senaryovari ilerleyen bir kurgu olarak oluşturmuş.İstanbul ‘da tesadüf eseri geçirilen bir kazada kocasının kendisini atlattığını öğrenen Anna kendini bizim “çapulcuların” arasında buluyor.Ferzan Özpetek Anna’ya ait bölümleri filme çekebileceğini söylüyor. Öyle naif ve şiirsel ki ayağa kalkıp ikinci bir şans yakalanabileceğini ,hiçbir şeyin aşktan daha önemli olmadığı mesajını alıyoruz.
İstanbul'un kırmızısı yanında mavisi daha güzel nasıl anlatılabilirdi ki;
“Oysa benim için İstanbul rengarenk bir şehir;İznik çinileriyle sarmalanmış Rüstem Paşa Camii mavisidir.İnsanda uçurtma olma arzusu yaratan kimi günlerin gökyüzü mavisi. “Uçurtma uçurmayı bilmeyen bir erkek bir kadını mutlu edemez”  

18 Mart 2014 Salı

Baba,Oğul ve Kutsal Roman - MURAT GÜLSOY

Bir süredir daha önce hiç okumadığım yazarları okumaya çalışıyorum. Murat Gülsoy da bunlardan biriydi. Özellikle etkilenmemek için hakkında olumlu olumsuz hiçbir şey okumadan Baba Oğul ve Kutsal Roman’ı seçtim. Şöyle söyleyeyim ; kitaba uçakta başladım ve hiç ara vermeden inişten önce dört saatte bitirdim. 
Kitabın alt yapısı o kadar entelektüel ki ben bunu biliyorum,ben bunu okudum, o cümleyle şuna gönderme yapıyor diye diye kendi kültür birikiminizi karşılaştırmaya başlıyorsunuz bir süre sonra. 
Nabakov’u çok severim .Yazar “Lolita gibi bir roman yazamadıktan sonra yaşamak niye “ diye soruyor. Dr Jekyll’ın Mr Hyde’ı gibi içinde Gollum ve Olric taşıyor.O Olric'le konuşmaya başlayınca ben bir tanıdıkla karşılaşmanın tebessümünü yaşıyorum,gene karşıma çıktı.Kısa zaman önce  Tutunamayanlarla  fazlaca iştigal ettiğimden Olric alt benliği neredeyse beni ele geçirecek J Neyse Gollum benden uzak dursun.Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk’ünü anlatırken Escher’in labirent merdivenleri hemen gözümün önüne geliyor.Yazar okuyucusunu küçümsememiş .Sevgilisi Asena’yı öldürmüş mü.Peki Shrödinger’in Asenası derken Asena aslında zaten ölü müydü?Shrödinger kuramı! Evrendeki atomlardan Nietzsche’nin Bengi Dönüşü, Kafkaesk kapılar ,hediyelik eşya pazarlamasında upps bir Andy Warhol.Daha kimler yok ki.Ama en çok Tanpınar’dan.. Huzur’dan Saatleri Ayarlama Enstitüsüne ,Yaz Yağmuru’na ya üniversite konuşmasında ya Merve’ye kur yaparken.
Köpeğinin adı Kıtmir rüyalarda gezen adamın köpeği de Yedi Uyurlar’dan alınma.
Dolu dolu bir psikolojik roman. Yoksa defalarca konu edilmiş bir Fight Club hikayesini böyle başarılı vermek herkesin harcı olmaz. Ben çok beğendim. En kısa zamanda bir kitabını daha okumak istiyorum. Ama sırada Hamdi Koç  ve Yekta Kopan var.

19 Aralık 2013 Perşembe

ERGUVAN KAPISI - OYA BAYDAR

Erguvan Ağacı Judas Tree (Yahuda Ağacı) olarak bilinir. Bilindiği üzere Yahuda İsa’yı Romalılara ihbar eden havarisidir. Hikayeye göre vicdan azabından kendini erguvan ağacına asar. Çiçekleri beyaz olan erguvan utancından mor renk alır. Mor renk Hıristiyanlığın özellikle Bizans’ın kutsal rengidir. Sadece imparatorların ve izin verilen soyluların giyebildiği mor renkli pelerini halkın ve yabancıların kullanması yasaktı. Doğal yollarla elde edilmesi çok zor bir renk olduğundan o dönemde binlerce deniz kabuklusundan çok az miktarda boya elde edilebildiği söylenir. Bundan dolayı zaten paha biçilemezdi. Dolayısıyla kendilerine erguvan kanlı diyen Bizans imparatorlarının da Erguvan Kapısından geçtiğini hayal etmek bizim için çok zor olmasa gerek. 
Hikaye  Bizantolog Teo’nun bu kapıyı aramaya İstanbul’a gelmesi ile başlıyor.

Kurtarmak için kayıp ruhunu şehrin
Gizli,viran bir kapıdan giriyor
Erguvan Kapısından
Başında erguvan tacı
Erguvan Giyinmiş
Yaraları Erguvan
Münkir bir keşişin gölgesinin ardından
Kutsal bilgeliğe doğru yürüyor.
Daha önce Oya Baydar’ın son romanı “O Muhteşem Hayatınız”’ı okumuş ve burada yorumlamıştım. Bir yazarın son romanını okuyunca genelde önce yazdıkları bir parça daha geri kalır ya tam tersi ben Erguvan Kapısını son romanından çok daha fazla beğendim. Hem konusu benim için daha ilgi çekiciydi hem de tekrarlara pek düşmemiş yazarımız bu kitapta. Kitap boyunca Oya Hanım’ın politik duruşunu görüşünü,pişmanlıklarını,değişimlerini yarattığı karakterlerle birebir okuyoruz.
Teo ergenlik döneminde Türkiye’deki azınlık sorunları yüzünden Amerika’ya göçmüş Rum bir aileye mensuptur.Kimin yazdığı belli olmayan bir el yazmasındaki mısralar yüzünden Erguvan Kapısını aramaya İstanbul’a gelir ve Ülkü’nün evini kiralar.
Burjuva bir yaşantı süren Derin öldürülen diplomat babasının katillerini bulmayı çalışırken sol bir örgüt üyesi Kerem Ali ile tanışır. Ülkü’nün Derin’in babasıyla geçmişte bir ilişkisi vardır ve bu ilişkiden doğan oğlu Umut Kerem Ali’nin abisi ile bir örgüt evi baskınında öldürülür.
Bu dört kahramanın azınlık psikolojisi,68 kuşağının küskünlükleri,ölüm oruçları,oidupus ve elektra komplekleri içinde birbirleriyle olan ilişkisini okuyoruz roman boyunca.
Oya Baydar bu kitapla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat ödülü almasına rağmen çok eleştirilir.
Erguvan Kapısı”nda sosyalist ideoloji eleştirisi, özellikle sol örgütlerin özendirdiği ölüm ve öldürme kültürünün eleştirisine dönüşür,bireyselliği yok eden örgütler ve yöneticiler sorgulanır.Bu açıdan biz de alt metinde  yazarın kitap boyunca partizanların alınan kararları sorgulamadan uyguladıklarını,aslında hiç kimsenin kendi özgür iradesiyle ölüm oruçlarına yatmadığını bu tarz eylemlere zorlandıkları vurgusunu okuyoruz.
Ben bilmediğimden önce Erguvan Kapısı’nı okudum ancak isteyenler Sıcak Külleri Kaldı’yı daha önce okuyabilir zira bu kitaplar birbirinin devamı. 

7 Aralık 2013 Cumartesi

APARTHEID'IN BİR ANLAMI OLMALI

Bu kitabı 98'de almıştım.On beş büyük yazarın  Nelson Mandela'yı ve onun savaşını selamlayan bölümlerden oluşuyor.Bu selam Mandela 'nın tutsaklık döneminden geliyor ve onun simgelediği mücadelenin özgürlük yolunda ilerlediği günlerde daha bir anlam kazanıyor.Bugün bu dizeleri hepimizin hatırlaması ve gerektiğinde hatırlatması için yazıyorum...
Ben karayım
Her şeyi kara görürüm
Hepimiz karayız
Dünyanız kara
Yoksulluk,yoksulluk kara
Zenci,benim
Melez ben
Hintli ben
Camını silen benim
Arabanı yıkayan
Balkonundan düşen ben
Beyaz Adam,
Temiz Adam
Pembe adam
Parlak adam
Gıcır gıcır bir para gibi
Yaşayan sensin
Geberen ben
Ülkenin sahipleriydik
Davetsiz konuklar olduk



30 Mayıs 2013 Perşembe

KARDEŞİM DENİZ KARDEŞİM RÜZGAR

Pinuccia ‘nin Yazar Ayları-Mayıs etkinliğinde Vasconcelos okuduk. Ben de Kardeşim Deniz Kardeşim Rüzgar’la katıldım.Latin  Amerika Edebiyatının önemli temsilcilerinden Jose Mauro de Vasconcelos bu kitabında Çingene soyundan gelen kimsesiz Chicao’nun öyküsünü anlatıyor. Vasconcelos okumak için yıllar sonra bana bahane yaratan Pınar’a teşekkür ediyorum.

Chiao’nun hikayesini kitap boyunca yazarın muhteşem anlatımıyla adeta yaşıyoruz. Hem yalın hem etkileyici  nasıl olunur,anlatım için yüzlerce sayfaya ihtiyaç duymadan, abartıya kaçmadan ,okuyucunun anlayışını küçümsemeden yazıyor.Onun anlatımında Chiao kuraklık yüzünden göç ederken yaşadığı susuzluk beynime kana kana su iç sinyalleri gönderiyor. Macao'daki tuz tarlalarını anlattıkça benim gözlerim kamaşıyor. Tuzdan tenim yanıyor adeta.


Radoça Limanında erkekleri aşkla bekleyen kadınları ,yanık tenli ,çıplak ayaklı gemicileri görüyorum.Ama en çok okurken denizi ,rüzgarı ,yosun kokusunu özlüyorum.
Öykü boyunca hiç kötü karakterle karşılaşmıyoruz Ne kavgacı denizciler,ne hayat kadınları..Hepsi yaşamın içinde basit ve kendince iyi niyetli...
Kitabın orjinal ismi Türkçe'ye ilk "Beyaz Toprak" olarak çevrilen Barro Blanco. İlk baskısını 1945 yılında yapmış.